Kişisel olanın siyasallığına sığınmak

Yusuf Tuna Koç - Gazeteci.

Bu yazının temel amacı kentli ve orta sınıf nitelemelerine dair çokça tekrar edilmiş tartışmalara yanıt yetiştirmek değil. Hatta, hakkını verecek bir kent hakkı ya da müşterek tartışması da değil. En basit anlamıyla “nasıl yaşıyoruz?” altına eklenmiş soru ve itirazlar bütünü.

Ardı ardına asgari ücret, memur maaşları ve vergilere yapılan zamların duyurulması ile özellikle sosyal medyada gelir-gider adaletsizliği, “kentli orta sınıf” diye adlandırılmasında ortaklaşılmış bir grubun muhalif oldukları hasebiyle iktidar tarafından düzenli olarak hedef alındığına dair bir yaygaraya dönüştü. Ortaklığın temelinde şu vardı; kentten görülmeyen Orta Anadolu, iç Ege-Akdeniz, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesinde kümelenen ve asgari ücretin belirleyici olduğu orta kademe maaş dengesine dahil edilmeyen bir grup(?) iktidar tarafından bir şekilde kollandığı için, ekonomik krizin asıl yükünü bu ‘kentli orta sınıf’ çekiyordu. Gitgide kendi sınıfsal, kültürel birikiminden dolayı yalnızca var olmayı dahi bir protest duruş, muhalefet haline getirerek, reyonlardaki fiyat değişiminden bir siyasi kimlik-kimlik siyaseti üretimi ortaya çıktı.

Bu garip siyasallığı yaratan temelde bütünsel bir perspektif sorunu. Bu perspektif sorununun temelinde de aslında toplumsal bir unutarak öğrenme durumu var. Neyi unuttuğumuza neyi öğrendiğimiz üzerinden vararak derdimi anlatmaya çalışacağım. 

Alım gücündeki azalışın kendisi ciddi bir ekonomik-siyasal sorun. Fakat kapitalizm bir tüketim sistemi değil, tam aksine bir üretim sistemi. Sorunun temelinde de bireylerin neyi ne kadara satın aldığı değil, emeğini ne kadara sattığı yatıyor. Bu yüzden de yaşanan krizi yalnızca pahalılığa, maaş zamlarıyla ürün zamlanması arasındaki oransızlığa sıkıştırdığımızda, bütünlüklü, dönüştürücü bir yaklaşım elde edemiyoruz. Halihazırda siyasal iktidarla ya da sistemle çelişkili bir bilince sahip olmayan insanın siyasal tutumu açısından da sihirli değnek işlevi görmüyor. Çünkü tüketim veyahut alım gücü yaşam standartlarımızı etkilese bile yaşadığımız hayatın kendisine dair itirazlarımızın temelini oluşturamaz. 

Tüketimi temele koyan bir yaşam algısı, kamusal hayatın, müştereklerin ortadan kaldırılması, güvencesiz, esnek çalışmalarla iş yaşamı ile boş zaman arasındaki farkın silikleşmesiyle doğrudan ilgili. Ancak bu sorunlar, ülkenin her kesiminden emeğiyle geçinenleri kapsadığı gibi, kaybedilenlerin yerine ne koyabildiğinizle de ilgili. 

2000’ler küreselleşmenin, enformasyon teknolojilerinin hızla gelişmesinin yanında, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından da dar da olsa bir refah aralığı yarattı. Kentli orta sınıf dediğimiz toplamın dünyanın her yerinde son derece kapitalist anlamda bir tanımı bu süreçte oluştu ve henüz 2007 itibariyle hızla dağılmaya başladı. Ana muhalefetin bile özlediği AKP’nin ilk yılları da bu dönemin küreselliğe tam entegre aktörü olmasından hareketle, bol bir kredi ve yatırım akışının yarattığı illüzyondan ibaretti. Ancak bu illüzyon, özellikle büyük şehirlerde alıcısını buldu. Çünkü sağın itirazsız kontrolünde olan yerlerde güçlü bir hegemonya yarattıysa, bütünüyle kentlerde de kamusal hizmetler, ortak mekanlar, dayanışma temelli biraradalıklar gitgide kapitalist İslamcı ahlakıyla ortadan kalkarken ve buna ilişkin güçlü bir karşı duruş üretilemezken, yerine bu kısa refah döneminin tüketim odaklı alışkanlıkları getirildi. Bugün yaşanan ekonomik krize dair de ülkenin ‘en ilerici’ kesimlerinden, en hazır muhaliflerinden gelen eleştiriler bile bu yönlü; kahve fiyatları, elektronik üzerindeki vergiler, yurt dışına gidebilme imkanı, vs. Seçim sonuçları da bu rahatsızlıkların, özellikle AKP’den kopması beklenen ciddi bir kesiminde aynı oranda öfke yaratmaması hala aşılabilmiş bir durum değil. Aslında mesele basit, toplumun o hiç ulaşılamayan kısmı da yaşadığı kentte, mahallede, iş yerinde sahip olduğu hakları, mekanları ve zamanları kaybediyor. Dünyayla aradaki farkı seziyor. Ancak o kaybın yerine siyasal islam tüm kurumlarıyla sürekli sosyal ve siyasal alternatifler üretiyor. Bu alternatifler aynı zamanda tüm bu kaybetme halini kanıksatan bir ideolojik dönüşüm işlevi de görüyor.

‘Kentli orta sınıfın’ tek farkı, kaybettiklerini unutsa da kaybetmeyi kanıksatacak rıza aygıtlarının muhatabı olmamaları. En nihayetinde yerine yalnızca tüketim alışkanlıklarının üzerine oturtulmuş ‘sınıflar’ ve aidiyetler kalıyor.

Bu yazdıklarım, ne kahve ya da telefon fiyatlarının fahişliğini küçümseme ne de ekonomik krizin kentlerdeki etkisini yok sayma amacı taşıyor. Öbür yandan, bu problemler yalnızca belli bir kesimin sorunu olmadığı gibi, aslında kendisini mağdur gören ama mağduriyetin adını bir türlü koyamayan kesimin, bugün kendisini tanımladığı yer de burası olamaz. Burasıyla sınırlı olduğu müddetçe de hiçbir zaman için adlı adınca iktidarı yenmeyi önüne koyabilecek bir siyasi irade yaratamaz. Oysa mesele ‘kentlilik’ ise kentin kültürel, sanatsal etkinliklerine katılabilmek, bu etkinliklerin süreklilik kazanması, sosyalleşme imkanları; bunların hiçbiri temelde alım gücüne dair değildir. 

İhtiyaç duyduğumuz ile yerine ikame ettirdiğimiz arasındaki fark bu şekilde açıldıkça unutarak öğrenmeye başlıyoruz. Kamusal talepler yaratılmadığı, taleple kalmayıp dayanışma temelli alternatifleri üretilmediği sürece kentlisi olunacak bir kent de olmayacak. Bugünkü haliyle yaşadığımız kentler, miktarına yabancılaştığımız ücret ve fiyatların el değişimi ve kontrol sahibi olmadığımız vakitlerin iş yeri ile hane arasındaki dolaşımı ile günlük olarak yeniden üretilen bir kapitalist ekoloji. Bu yalnızca kendinden menkul bir sınıf için değil, on milyonlarca emekçi için böyle. Dolayısıyla kent, emeğimizi satma ve kendimizi yeniden üretme süreçleri arasında nasıl yaşadığımıza dair bir sorun. Ücret ve tüketim miktarına dayalı bir sınıf belirlenimi olamayacağı için de sorun tüm kentli işçi sınıfının sorunu.

Kent eğer eşit bir kültürel sermaye yaratımı, boş zamana dair sosyal, entelektüel, özgür mekanların yaratımıysa, bu taleplere hiçbir ‘festival’ ya da happy hour saati yanıt veremez. Barınmanın, seyahatin hatta teknolojiye erişimin de hoşumuza giden bir ayrıcalık belirteci olduğu değil hak ve özgürlük olduğunu hatırlamadan, öğrendiklerimizi unutamayız. Bunu yapmadan da değil ülkeyi, yaşadığımız mekanları ve zamanları geri kazanamayız. Çünkü sorun hepimizin sorunu, ancak kendi çelişkilerimizi dağınık bırakıp başkasına umut olamayız.

Yaşadığımız bu çoklu krizin bir yararı olarak; kişisel olanın politik olduğu artık herkesin kabulü. Ancak tersi doğru değil. Politik olanı kişiselleştirmekten vazgeçip, toplumsallaştırmaya başlamamız gerek.