Kimi kusurlarına rağmen ‘Kıyamet’ savaş karşıtı bir duruşa sahip. Böyle görkemli filmler yapılmıyor artık, insanlar ‘Batman’i filan büyük sanat eseri sanıyor…

Kıyamet’in orijinal versiyonunu yanılmıyorsam 1980’de sinemalarımızda izlemiştik. 2001 sonbaharında ise filmin ‘redux’ (geri getirilmiş’ ya da ‘restore edilmiş’ anlamına geliyor) denilen daha uzun ve farklı bir versiyonu dünya sinemalarında gösterime girdi. Filmin bu versiyonu da ilki gibi çok iyi eleştiriler aldı. Ama film talihsiz bir dönemde New York ve Los Angeles’ta gösterime girmişti. Çünkü 11 Eylül saldırılarına sadace 1 ay gibi bir süre vardı. 11 Eylül olunca yeniden savaş nizamına giren ABD’de hiç popüler olmayan ve yenilgiyle sonuçlanan Vietnam Savaşı’na (Vietnamlılara göre Amerikan Savaşı) dair eleştiriler getiren bir filmin yaşama şansı artık kalmamıştı. Bu şanssızlık filmin gömülmesine ve diğer Amerikan eyaletlerinde gösterilmemesine neden oldu. Film, nedeni muhtemelen bunla alakalı olmasa da Türkiye’de gösterime hiç girmedi. 3,5 saate yaklaşan süresiyle, büyük ihtimalle ticari bulunmamıştı. Türkiye’de, ‘Apocalypse, Now Redux’ı  büyük perdede  izleme şansına ilk kez bu yıl İstanbul Film Festivali’nde sahip olduk. Filmin yapımcısı Kim Aubry’nin sunduğu film, SİYAD tarafından 40 yılın en iyi yabancı filmi seçildiği için festivalde yer almıştı.

 

MASUM KÖYLÜLER VE AMERİKAN ASKERLERİ

‘Kıyamet’in yeni versiyonu ilkinin büyüleyici etkisini silmedi, aksine “vay canına bir zamanlar Hollywood’da ne acayip filmler yapılıyormuş” dedirtti. Gerçekten de bugün ‘Kıyamet’ gibi bir filmin yapılması olanaksız gibi görülüyor. ‘Kıyamet’ zamanının en pahalı filmlerinden biriydi. Ve bir süper kahramana filan sahip değildi. Mutlu bir sonu da yoktu. Amerika’nın neden savaştığı konusunda bir şey söylemiyordu ama ‘nasıl’ savaştığı konusunda çok şey söylüyordu. Bunların da hiçbiri iyi şeyler değildi.

Komutanlardan biri çıldırıp kendi sapkın ordusunu kurmuştu, bir diğeri sabah ‘napalm’ kokusu almaktan keyif alıyor, köyleri acımasızca yakıp yıkıyor ve bu ortamda denizde ‘surf’ yapmanın keyfini çıkarmaya çalışıyordu. Playboy güzelleri, savaşın ortasında kurulan panayırlara getiriliyor, burada kitlesel bir tecavüzden zar zor kurtuluyorlardı. Masum köylüler, Amerikan askerleri tarafından bir panik anında uçaksavar mermileriyle taranıyorlardı.

Fakat bütün bunlar filmi anlatmış olmuyor. ‘Kıyamet’i büyük yapan, kelimelere dökülmesi güç bir şey var. Sinema denilen sanatın arkasında yatan tutku, sanki bu filmde elle tutulur bir şekilde filme yansımıştı. Böylesine bir film ancak sinemaya derin bir tutku duyan büyük bir yetenek tarafından yapılabilirdi. Çünkü filmin neredeyse her karesinde seyirciye sanki bir halüsinasyon görüyormuş duygusu veren bir büyüleyicilik vardı. Bu duyguya sinemada belki bir tek David Lynch bazı filmleriyle ulaştı bir daha. Filmin yönetmeni Coppola da bir daha ‘Kıyamet’in yanına bile yaklaşamadı. Amerikan sinemasının belki de altın çağı ‘Kıyamet’le kapanmıştı.

Coppola, bizzat katıldığı son Antalya Film Festival’nde ‘Kıyamet’te savaşı yüceltmekle suçlandığından, bu eleştiriyi getirenlerin muhtemelen haklı olduğundan söz etti. Gerçekten de filmin en etkileyici sahnelerinden birinde Amerikan helikopterleri, doğan güneşe karşı, hoparlörlerinden Wagner’in müziğini çalarak bir Vietnam köyüne saldırırlar. Bu sahne dehşet verse de bir yandan da seyircide hayranlık uyandırır. O helikopterlerin gücü, o müzik, o batan güneş seyircide tanrısal bir güce sahipmiş yanılsaması yaratır. Seyirici, saldırganlarla özdeşleşir.

 

KUSURLARINA RAĞMEN HAYRANLIK VERİCİ

Evet, filmin yönetmeni ne söylemek istediği konusunda çok da net değildir. Spesifik bir savaştan yola çıkarak insan doğasına dair ahkâm kesmek mi istemektedir (Sokurov falan gibi)? Bu ve benzer sorular geçerliliğini korur. Kusurlarına rağmen yine de hayranlık verici bir film olduğu su götürmez ama ‘Kıyamet’in. Sonunda deliren bir subayı -Albay Kurtz’u (Marlon Brando!)- öldürüp görevini tamamlayan komutan Willard (Martin Sheen), üsten gelen telsize cevap vermez, yani sistemi terk eder. Kimi kusurlarına rağmen film savaş karşıtı bir duruşa sahiptir. Böyle görkemli filmler artık yapılmıyor, insanlar ‘Batman’i filan büyük sanat eseri sanıyorlar. Ama gerçekten ‘Karanlığın Yüreği’ne (film Josep Conrad’ın romanı ‘Karanlığın Yüreği’nden esinlenmişti) bir yolculuk yapmak istiyorsanız ‘Kara Şövalye’yle filan yetinmeyin. ‘Kıyamet’i sinemada seyredin!

 

Kıyamet

Orijinal Adı: Apocalypse Now Yönetmen: Francis Ford Coppola Oyuncular: Marlon Brando, Robert Duvall, Martin Sheen, Fredic Forrest, Sam Bottoms, Laurence Fishburne, Albert Hall, Harrison Ford Türü: Savaş, Macera, Dram, Aksiyon Ülke: ABD Süre: 153 dakika

 

***

Nedensiz şiddet, gereksiz film

Ziyaretçiler, davudi bir sesin “ABD’de her yıl 1,5 milyon şiddet vakası yaşanıyor. Göreceğiniz film gerçek olaylardan esinlenmiştir. Filmin kahramanları bir düğünden evlerine döndükten sonra vahşi bir saldırıya maruz kalmışlardır. O gece neler yaşandığı açıklığa kavuşturulamamıştır” demesiyle bizi karşılıyor. Yani bir şeyler olmuş ve kimse ne olduğunu bilmiyor ama yine de gerçek bir olaydan esinleniyorum diyor film bize. Peki, öyle olsun. Ama kısaca “uydurduk işte” deselerdi ya.

Film, Haneke’nin ‘Funny Games’ini hatırlatıyor biraz. Gerçek olaylar açısından ise Manson çetesinin Roman Polanski’nin eşi Sharon Tate’i öldürerek ‘çiçek çağı’nın sonunu ilan ettikleri cinayetlerini andırıyor. Ama sadece yazlık bir evin basılarak içindekilerin öldürülmesi açısından, yoksa filmin herhangi bir öyküsü ya da entelektüel bir iddiası yok. Filmin başındaki sesin de dediği gibi birbirlerini seven bir çift arkadaşlarının düğününe gidiyorlar. Adam, kıza evlenme teklif ediyor ama kız reddediyor daha hazır olmadığı gerekçesiyle. Yine de adamın yazlığına gidiyorlar hüzünlü ve kırık bir halde. Tam sevişeceklerken ahlak zabıtası evi basıyor. Yok şaka, öyle olmuyor ama kapı şiddetli bir şekilde vuruluyor. Gece saat 4 ve çevrede in cin top oynuyor. Yine de kapıyı açıyorlar. Yüzü karanlıkta görülmeyen bir kız “Tamara evde mi?” diye soruyor.  Tamara diye biri elbette evde yok, hiç olmamış da.

Bu yeterince garip ve korkutucu olay, kahramanlarımızı çok ürkütmüyor nedense. Adam, kızı evde yalnız bırakıp sigara almaya gidiyor. Ve olaylar başlıyor. Yani yüzü maskeli birtakım insanlar eve giriyor, çıkıyor; kızı bazen de sadece seyirciyi korkutmak için çeşitli şeyler yapıyorlar. Korku filmlerinde hep olduğu üzere adam eve geldiğinde kız arkadaşının söylediklerine inanmıyor, inanması için bir ton gerekçe varken. Sonra bir arkadaşları geliyor eve. O da gördüğü ve yaşadığı şeyler karşısında polis çağırmayı akıl edemiyor falan. ‘Ziyaretçiler’ klişelerden bolca yararlanıyor. Tam sakinleştirici bir müzik çalıyor ki yeni bir şiddet dalgası başlıyor.

Film, kararlı bir şekilde saldırganların yüzünü göstermiyor. Neden yapıyorlar bu yaptıklarını, hiçbir ipucu yok. Bize de neden seyrediyoruz bu filmi diye sormaktan başka bir seçenek kalmıyor. Liv Tyler’ın filmin başlarında, henüz travmatize olmamışkenki sevimli halini görmek dışında çekici hiç bir yanı yok ‘Ziyaretçiler’in. 

 

Ziyaretçiler

Orijinal Adı: The Strangers Yönetmen: Bryan Bertino Oyuncular: Alex Fisher, Peter Clayton-Luce, Scott Speedman, Liv Tyler, Gemma Ward, Kip Weeks, Laura Margolis, Glenn Howerton Türü: Korku Ülke: ABD