Suphİ Nejat’a, Paramaz yoldaşa yaraşıp yaraşmadığımızı ufkumuz tayİn edecek.

Kobaneli Peter Pan’a ağıt

> ONUR BEHRAMOĞLU @onurbehramoglu

Kobanê’de dinci barbar çetesine karşı savaşırken 5 Ekim 2014 sabahı vurulup düşen Suphi Nejat Ağırnaslı (Paramaz Kızılbaş), başına bir şey gelmesi durumunda ailesi ve arkadaşlarına verilmesi için yazdığı veda mektubunda şöyle diyordu: “Beni son kez affedin. Hayatı, büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı büyülemek istedim o kadar. Şimdi tıpkı Peter Pan gibi Neverland’e gidiyorum, asla büyümemek üzere. Türkiye’nin batısında sıradan emekçi insanların hayatını büyüleyecek, sıradan kahramanlar çıkaracak büyük bir çıkışın tohumlarını, hakikat arayışçılığının öncü ve artçı örgütünü yaratmanız dileğiyle. Her yürek devrimci bir hücredir!”

Suphi Nejat’a, Paramaz yoldaşa yaraşıp yaraşmadığımızı ufkumuz tayin edecek. Hakikatin devrimci bir yürek gibi attığı öncü ve artçı örgütü yaratabilmek için, Boğaziçi Üniversitesi’nde yükseklisans yaparken kalkıp savaşa giden otuz yaşındaki bir komünisti anlamamız, Kobanê’de sıkılan kurşunun Türkiye solunun neresinden geçtiğini yanıtlamamız gerekecek.

Direnişi desteklemek amacıyla uzun süre Suruç’ta bulunduktan sonra binbir güçlükle Kobanê’ye ulaşan, oradaki bombalı saldırıda ciddi biçimde yaralanan ve bugün, şimdi, şu anda Rojava’da bulunan sinemacı Önder Çakar’ın mektubunu aldığımdan beridir düşünüyorum bunları. Bana değil, hepimize gönderilmiş mektup onunkisi. Ben sanki bir bana gönderilmiş de tüm dünyaya duyurulması sorumluluğu omuzlarımdaymışçasına yazıyorum. Öylesi gerekli çünkü…

‘Gemide’, ‘Takva’ gibi kült filmlerin senaristi Önder Çakar’a Mamostê Çorumî diyorlar oralarda, ‘Çorumlu Hoca’ anlamında. Bundan sonrasını o anlatsın, biz utancımızla susalım:

“Kobanê Devrimi başladığında Cumhurbaşkanı Erdoğan televizyona çıkıp ‘Kobanê düştü düşecek’ demişti. Ben de onu ciddiye alıp aman düşmesin diye gittim. İstanbul’da güzel kelimeler çok edildi ama iş Kobanê’ye gitmek olunca Kürt olmayan çok az insan vardı. Mesele iyi ve kötünün savaşıydı, Kürtler ve Arapların savaşı değil. Avrupa’dan ve dünya halklarından oraya savaşmaya gelen çok kişi gördüm, İsveçli, İtalyan, Arjantinli, Koreli. Komün hayatı hepimizi yücelten bir şey oldu. Bir insan sosyalleştikçe, komünleştikçe insanlaşıp erdemi artıyor. Bin kişinin bir yerde yemek yemesi, onu paylaşması, birinin fazla alırken diğerinin az almasının sorun olmaması, bunlar insanlara peygamber erdemi sağlıyor.

51 yaşındayım, gidebildim, gidilebilirmiş demek ki. Gidince dehşetle gördüm, aslında kimse yoktu, iş yine Kürtlere kalmıştı. Bizim Denizlere, Mahirlere kalmıştı yani. Her türlü entelektüel, aydın, devrimci, karşı devrimci konuşuyor, ölme işi yine bizim Kürtlere düşüyor. Diğer halklara karşı o kadar eşitlikçi yaklaşımları var ki, bir gerilla bana “Bölgede Kürtler Kürt olmayan bir devrim yapmaya çalışıyor” dedi. O insanlar sosyalistler, en az bizim kadar literatüre hakimler. Sadece ulusal refleksleri olan insanlarmış gibi etiket yapıştırmak büyük terbiyesizlik. Orada olmak lazım. Sıfır noktasında, kötülüğün, çocuklarını öldürmesini izleyen anne babalar, bu ülkenin yazarları, çizerleri, özellikle şairleri neden gelmediler? Onları görmeliydiler. Kendileri için, kendi yazdıkları için.

Türkiye’nin yüzde 56’sı sinemaya, yüzde 80’i tiyatroya hiç gitmemiş. Anadolu medeniyetinin on bin yıllık tarihinin en büyük cahiliye dönemini kapatmamız, halklarımızı kurtarmamız lazım. Bu Kürt meselesini aşan bir şey. Bunu nasıl anlamıyor Türkiye’nin aydın insanları?”

Bunlar, Önder Çakar’ın çeşitli söyleşilerde söyledikleri. Bir de mektuptan söz etmiştim, evet. “Sinemacı Önder Çakar’ın Rojava’dan mektubu var” yazarak internette siz kendiniz bulup okuyun, gücünüzün yettiği yardımı yapmadan evvel çaba sarf edin istedim de o sebeple değinmedim ötesine. Belki bu kadarı bile silkelenip ayağa kalkmanıza vesile olur umudu; umudun soyut, Rojava Devriminin somut bir şey olduğu duygusuyla…
Ne diyordu Suphi: Her yürek devrimci bir hücredir!

Ne soruyordu Mamostê Çorumî, tokat gibi: Bu ülkenin yazarları, çizerleri, özellikle şairleri… özellikle şairleri… neden gelmediler?

Ve biz Peter Pan olup yanlarına gitmediğimiz için çocukların cansız bedenleri vuruyor kıyılarımıza. Büyüsüz bir dünyayı, şeyleşmiş bir dünyayı suratımıza çarpan kısa pantolonu, kırmızı tişörtü, çırpı bacakları, ‘potin’ sözcüğünün masumiyetini hatırlatan pabuçlarıyla Aylan Kurdi’dir öldürdüğümüz.

Aylan’ın başının yüzüstü gömüldüğü kumda çocuğunuzla kumdan kaleler yapın şimdi; Aylan’ı dalgalardan koruyup karaya çıkaramamış pabuçları düşünün, eğilip çocuğunuzunkini giydirirken. Küçücük gövdesinin iki yanında uzanan kollarına, birini annesi diğerini babası tutsun diye açılıp öylece kalakalmış ellerine bakarak şiirler okuyun, şarkılar söyleyin, sevişin. Kurulduğunuz koltuklardan perişan ahkâmlar kesin sonra, hep doğru hep haklı çıkın, aydınlığınızın ışığıyla kendi gözleriniz kamaşsın, çocuk ölüleri karanlıkta kıyılara vururken.

Oğluma, okula başladığı haftanın gazetelerini saklayacağıma söz vermiştim. O gazetelerde tıpkı kendisi gibi bir çocuğun kıyıya vurmuş bedenini görünce, “Uyuyakalmış. Fotoğraftaki abi de uyanmaması için dikkatlice kucağına alarak annesine götürmüş” diyebildim. Bir bunu yapabildim.

Aylan içinse hiçbir şey yapamadım ben bu dünyada, kederden ölebilen lori kuşları kadar olamadım, Peter Pan’dan birkaç cümle bile fısıldayamadım kulağına: “Periler seni kaldırıp ağaçların tepeleri arasına, en yüksek bir yere koyacaklar. Kendileri de geceleri orada, senin yanında uyuyacaklar. Sonra Peter kavalını çalacak, çalacak, çalacak… bizler uyanıncaya dek…”