Halkın önemli bir kısmı, Hitler’in iktidara gelmesini açıkça destekledi. Hitler, sadece işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli olduğu çok az yerde ve Yahudilerin bir kısmından oy almamıştı

Geçen hafta Almanya’nın Detmold kentinde, Auschwitz toplama kamplarında bekçi olarak çalışan 94 yaşındaki Reinhold Hanning “170 bin insanın öldürülmesine iştirak etme” suçunu işlemekten yargılanmaya başlandı. İlk duruşmada avukatları, sanığın yüz binlerce insanın gaz veya yakılma suretiyle öldürüldüğü Auschwitz toplama kampında bir kapının önünde bekçilik yaptığını kabul etti ama içeride olup bitenlerden haberdar olmadığını savundu. Mahkemede Reinhold Hanning’in emir kulu olduğu, işi gereği orada bulunduğu, önemli biri değil, sıradan bir kişi olduğu gibi bilinen diğer tezler de gündeme geldi. Avukatlar, sanığın yaşı gereği de artık yargılanmaması gerektiğini de ileri sürdü.

Ancak Avukatlar, Reinhold Hanning’in savaşın ve Yahudi soykırımının başladığı 1940 yılında gönüllü olarak Hitler’in SS birliklerine katıldığını, o birliğin tam olarak ne iş yaptığını bildiğini, orada başarılı çalışmaları nedeniyle 1942 yılında Auschwitz’te görevlendirildiğini dile getirmedi.

Emir kuluydum

Reinhold Hanning’in avukatlarının dile getirdiği tezler, soykırım suçunu işlemekten yargılanan birçok “küçük rütbelinin” dile getirdiği tez. Bu tez iki önemli noktadan oluşuyor: Birincisi, ben emir kuluydum, sadece emirleri yerine getirdim. İkincisi ise, Yahudiler ya da komünistlere tam olarak ne yapıldığını bilmiyordum!

Bu tür her yargılama esnasında Almanya’da “kolektif suç” tartışması da yeniden başlıyor! Kolektif suçunun oluştuğunu savunanlar, sadece Hitler’in birliklerindeki erlerin ya da subayların değil, halkın da suçlu olduğunu söylüyor. Tez şöyle: Almanlar Hitler’i bile bile seçti. Halkın talepleriyle Hitler’in talepleri örtüştü. Öyleyse Hitler’in yaptıklarından halkın da sorumlu tutulması gerekir. “Mein Kampf’ı okuyan, Hitler’in söylediklerini duyan hiç kimse, Hitler’in Yahudi düşmanı bir faşist olduğunu inkâr edemez. Buna rağmen onun arkasından giden suçludur…

Kitle ve iktidar

Buna bağlı olarak başka sorular da sorulabilir: Kitlelerin, yaşadığı ülkede olup bitenden haberi olmuyor mu veya kitlelerin siyasal tercihini sadece korku ve siyasal terörle açıklamak ne kadar doğru? Kitle ve iktidar ilişkileri konusunda tarihin en acımasız ve en keskin dönüşü olan Alman faşizmi deneyiminde faşistlerin nasıl iktidara geldiğini tekrar hatırlamakta fayda var.

Hitler’in iktidarını perçinlediği seçim 12 Kasım 1933’te yapıldı. Aynı zamanda Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nden (Bugünkü Birleşmiş Milletler) çıkması da halkoyuna sunuldu. Seçime katılım %95’in üzerindeydi. Bu oran çok önemli ve kolektif suç tartışmasında asıl veri bu. Adolf Hitler’in partisi, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) oluşturduğu “birlik listesi” % 92,1 oy aldı. Alman Halkı Milletler Cemiyeti’nden çıkmaya ise, % 89,9 oranında evet dedi. Oysa 8 ay önce, yani Mart 1933’te Hitler, %44 oy almıştı. Hitler oylarını, 8 ayda nasıl iki katından fazla artırabildi?

Aslında Hitler, 5 Mart 1933 seçimlerinde iktidara geldi. Sosyal demokrat ve komünist sol kendi aralarında anlaşamayınca hükümeti Hitler kurdu. Ve Hitler, seçimle iktidara geldikten tam 19 gün sonra, Alman Meclisi’nin yetkilerinin kendine devrini gerçekleştiren bir yasa çıkarttı. Hitler yasayla, “yasa yapma yetkisi” yani “diktatörlük” elde etti. Hitler, istediği yasayı yapma yetkisi veren Yetkilendirme Yasasını (Ermächtigungsgesetz) 24 Mart 1933 tarihli oturumunda, yüzde 70’i aşan ezici milletvekili çoğunluğuyla kabul ettirdi.

Solun bölünmesi felaket

Peki, seçimde daha az oy almasına rağmen nasıl oldu da milletvekillerinin %70’inin oyuyla böyle bir yasa çıkardı?

Bunun cevabı çok basit: Oylamaya Almanya Komünist Partisi (KPD) 81 milletvekilinden bir teki bile katılamadı. Çünkü hepsinin milletvekilliği kısa süre önce düşürülmüş, birçoğu gözaltına alınmıştı. Sosyal Demokrat Partili (SPD) 120 milletvekilinin bir kısmı da komünist ya da vatan haini suçlamasıyla vekillikten atılmış ya da aranır duruma düşmüştü. Sadece 94’ü meclise gelebiliyordu. (Ve hükümeti kurmadıklarına herhalde ilk pişmanlığı burada yaşadılar.)

Ermächtigungsgesetz ile iktidarını pekiştiren Hitler, milletvekilliklerini düşürmekle yetinmedi, partileri de kapatmaya başladı. Kısa süre içinde, NSDAP dışında tüm partiler kapatıldı ve yeni parti kurmak da yasaklandı. 12 Kasım 1933 seçimlerine Hitler’in partisinin belirlediği “Birlik Listesi” adaylarıyla gidildi. Bir de Hitler’in izin verdiği bağımsız adaylar seçime girebildi. Sonuçta meclise 639 NSDAP milletvekili 22 de bağımsız girdi.

Kolektif çılgınlık

Seçimlerden önce partilerin yasaklanması, seçim döneminde NSDAP lehine tek taraflı propaganda yapılmasına izin verilmesi gibi nedenlerle seçimlerden NSDAP’ın ezici bir zaferle çıkması anlaşılır bir şey. Ancak, seçmenin %95 gibi çok yüksek bir oranla seçime katılması anlaşılır gibi değil. 8 ay önce komünistlere, sosyal demokratlara ve merkez partilerine oy atan seçmen, nasıl oldu da bu sefer Hitler’e bu kadar büyük bir destek verdi? En azından komünistlerin veya sosyal demokratların sandığa gitmemesi beklenmez miydi? Kolektif suç denebilir mi tartışılır ama kolektif bir çılgınlık hali yaşandığı kesin.

Elbette faşizmin siyasal ve ideolojik terörünün yanında devlet gücüyle muhaliflerin üzerine gitmesi, sandığa gitmemeyi bir alternatif olmaktan çıkardı. Ancak her şeyi korku ve sindirme politikasıyla açıklamak mümkün değil. Halkın önemli bir kısmı, Hitler’in iktidara gelmesini açıkça destekledi. Hitler, sadece işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli olduğu çok az yerde ve Yahudilerin bir kısmından oy almamıştı.

Ancak faşizm yenilince herkes “suçsuz” ve habersiz olduğunu söylemeye başladı.

Adorno: Unutmak kimin hakkı?

Peki, geçmişle hesaplaşmak ne işe yarar? Theodor W. Adorno, 1959’da bir seminer konuşmasında tam da bu soruyu, “Geçmiş hesaplaşması yapmak ne işe yarar?” diye soruyordu. Adorno, Alman halkının geçmişten ders almak ve geleceği bu derslere göre belirlemeye çalışmak istemediğini, aksine geçmişe bir çizgi çekmek ve unutmayı meşrulaştırmak için ‘geçmiş hesaplaşması’ yapmaya yöneldiğini söylüyordu.

Adorno, Alman devletinin ise, pragmatist nedenlerle geçmiş hesaplaşması yapmaya yöneldiğini ve Almanya’nın bugünkü görünüşüne uygun düşmediği için de geçmişle hesaplaşmaya çalışıyor göründüğünü ileri sürüyordu. Adorno’ya göre, ‘hesaplaşmanın’ başka bir nedeni de, ‘suçluluk duygusu’ndan kurtulmaktı. Ancak Adorno, “yaşanan kötü her şeyin unutulması ya da affedilmesi, faillere değil kurbanlara tanınan bir hak olmalıydı” diyordu. Belki de Reinhold Hanning gibi ırkçılar her dönem “kullanışlı aptal” olmaya mahkûmdu!