Faşizmin sosyalizmin “s” sinden dahi haz etmediği daha doğrusu ürktüğü doğru da, her faşist hareketin yükselen sol hareketlere tepki olarak doğduğu her zaman doğru değil. Dünyada bugün etkin sosyalist hareket yok, ama her yanda faşizm denemeleri var!

Konuk odamızdaki faşizm

Erendiz Atasü - Yazar, Akademisyen, Eleştirmen

Toplumsal bir pandemiye yol açacağa benzeyen faşizm üstüne iki değerli yapıt var elimizde: Merdan Yanardağ’ın İslamo-faşizm’i (Kırmızı Kedi Yayınları, 2023) ve Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm’i (Cumhuriyet Kitapları, 2020). İkisi de büyük bilgi birikimi, kapsamlı düşünce ve çözümleme pratiği ve fevkalade berrak üsluplarla kaleme alınmış; ülke ve dünya olarak yaşadığımız karmaşayı anlamamıza yardımcı, önemli eserler. Merdan Yanardağ faşizmin dünyadaki tarihsel gelişimini irdeledikten sonra bizdeki faşizan pratiklere yoğunlaşırken, Ergin Yıldızoğlu da önce tarihçeyi inceliyor, ardından yaşadığımız dönemde dünyada beliren ve yayılan faşizm türleri üstünde duruyor.  

Bilinen şey, sol literatür, faşizmi ana çizgileriyle “tekelci sermayenin diktatoryası” diye tanımlar; ancak bu diktatoryanın gönüllü bir kitle tabanı vardır! Peki, sermaye iktidara doğrudan mı el koyar? Tabii ki hayır. Ya 1920’lerin 30’ların Almanya’sında yaşandığı üzere faşist grupların iktidara yürüyüşlerini açıkça, ya geçen yüzyılın ikinci yarısında, Güney Amerika ülkelerinde ve bizde de görüldüğü üzere, ordunun iktidara el koymasını el altından destekler. Yazarlarımız bu süreçleri incelerler. 

Brezilya’nın Lulla ve Bolsanoro’lu macerası üstüne çekilmiş ilginç bir belgesel (Edge of Democrasy) yeni bir tanım ileri sürer: “Demokrasinin Kıyısı (sınırı)”! Günümüz toplumları, Hitler Nazizminin ve/veya Mussolini faşizminin yükseldiği ortamlardan hayli farklıdır. İnsan hakları, demokrasi, birey hakları, kadın hakları sözel olarak kalsalar bile kitlelerin aşina olduğu kavramlardır bugün. Neredeyse her ülke demokrasi ile yönetildiği savındadır.  Demokrasi faşizmin panzehiri midir? Belli bir sınıra kadar. Nedir bu sınır? Sermayenin kendini güvende hissetmemeye başladığı nokta! Başka bir deyişle,  emek kesiminin yükselen taleplerini, sermayenin kârına tehdit olarak algılamaya başlaması! Ve liberal demokrasinin faşizme, moda bir deyimle “illiberal” demokrasiye dönüşmesi, yani seçim var, parlamento var ama buyruk başka yerden! İşte şimdi, Ergin Yıldızoğlu’nun inceleme alanındayız. 

Güzel de, toplumların çoğunluğunu emek kesimi oluşturmuyor mu? Sermayenin diktatoryası, emek kesiminin hatırı sayılır bölümünün onayını nasıl alıyor da bir kitle tabanı sağlayabiliyor! İşte can alıcı soru! Faşizmin insanların hayal güçlerine sızan korkunç sihirbazlığı da burada başlıyor. 

Wilhelm Reich ünlü yapıtı, Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’nda (çev. Bertan Onaran, Payel Yayınevi, 1975) bu sorunsalı enine boyuna inceler: İnsan denen varlık, doğası gereği sürü güdüsünün mirasçısıdır. Gerçekten de kitlenin kendine has bir enerjisi vardır: Yığınları bilinçli halk kitlelerine yükselten de, uğursuz linç kalabalıklarına dejenere eden de bu hem kutlu hem lanetli mirastır. Peki, faşizm bu mirası nasıl harekete geçirir? Elinde baskıdan ve korku salmaktan öte yöntemler mi vardır? Evet, vardır: İnsan ruhunun bastırılmış katmanlarına gelenek ve kültür aracılığıyla ulaşıp orada fırtına yaratmak! İşte Merdan Yanardağ, faşizmin sınıfsal özelliğinin yanında, psikolojik ve kültürel etkilerinin önemini vurgular, kitleyi ele geçirmek –bireylerin hayal gücünü gerçek dışı ve abartılı kültürel yaklaşımlar aracılığıyla kendine bağlamak– için iki olguyu, iki kavramı kötüye kullandığını tarihten örneklerle açıklar: Bu olgu ve kavramlar, Alman Nazizm’inde görüldüğü gibi ırk ve İspanyol (Franco faşizmi) Falanjizm’de görüldüğü gibi dindir (Katoliklik’tir). 

Yanardağ’ın irdelemesini sürdürelim: faşizm din ve/veya ırk hâkimiyetini en büyük amaç diye gösterirken, aslında onları araçsallaştırmaktadır. Faşizmin gerçekte bütünsel bir dünya görüşü yoktur, toplumda üretimin ve bölüşümün nasıl olması gerektiğine dair elle tutulur bir tasarımdan yoksundur; eklektiktir, dolayısıyla akışkan yapısı içinde demagojiye açıktır (Yanardağ, s. 31). Aslında dini ve/veya ırkı yüceltiyor gibi görünürken, başka iki kavram ve olguyu, gerçeklikten kopartıp putlaştırmaktadır: Devlet ve lider! Devlet ve lider birer olgu olmaktan çıkıp tapılası fantastik kavramlara dönüşmekte, kitle bir hayal âlemine sürüklenirken, tekelci sermayeyle uyumlu hareket eden faşist liderin diktatoryası gerçekleşmekte, sıradan vatandaş sıfır noktasına indirgenmektedir.  Bu, insanlığın lanetli mirasına dönüş, yüzyıllar boyunca ter, gözyaşı ve kanla elde edilmiş insani kazanımların ve insan kişiliğinin silinmesidir. Bu korkunç durum, yani insanın insanlıktan çıkması, Yanardağ’a göre, faşizmin kültürel ve geleneksel pratikleri incelenmeden anlaşılamaz ve anlatılamaz (Yanardağ, s. 34).1 

Yanardağ’ın başka bir önemli saptaması, faşist hareketlerin kitlelere yayılabilmek için devlet örgütünden bir biçimde destek görmeye ihtiyaç duymalarıdır; dolayısıyla gizli veya açık olarak devlet aygıtının kimi bölümlerine yerleşirler. Diğer önemli saptama, II. Dünya Savaşı sonrasında dünya sahnesine çıkan faşist rejimlerin, Soğuk Savaş’ın gölgesinde boy atmış olmalarıdır. ABD önderliğindeki kapitalist dünya, faşist rejimleri komünizme karşı bir güvence olarak görmüştür. Bizatihi NATO örgütü, üyesi olan devletlerde, faşizme tırmanacak ırkçı ve dinci eğilimleri beslemiş, desteklemiş, bu amaçla bu devletlerin bizatihi içinde yasadışı şiddet örgütlenmeleri kurmuştur. Böylece faşist gruplara, aralamaya çalıştıkları devlet kapısı, NATO eliyle açılmış olur. Bu devlet içre yasadışı örgütlenmeler, yani Gladyo, Süper Nato, Kontrgerilla vs adlarıyla anılan ve Sosyalist Blok’un çökmesinden sonra bir süre işsiz kalan bu organizmalar, o süreçte bütün dünyada ve bizde deşifre olmuşlardır! (Yanardağ, s. 29-32)  Ancak atı alan da Üsküdar’ı geçmiştir! 

Böylece geliriz bizdeki ilk nüvesi, “Komünizmle Mücadele Dernekleri” olan bu gidişatın kademe kademe irdelenmesine: Bu derneklerde ve benzerlerinde, vatan birliği ve yurttaşlık haklarına dayanan aydınlanmacı ulusçuluğun, ırk ve din temelli tutucu bir milliyetçiliğe, yani ülkücülüğe dönüşmesine; önceleri dini yanı ağır basmayan ülkücü milliyetçiliğin, başta Necip Fazıl Kısakürek’in (Yanardağ, s. 88) ve benzeri ideologların köprü vazifesi gören çabalarıyla, dinî (Sünni inancın tutucu tarikatları) bir kisve de almasına ve giderek dinin ağır basmasına, Milli Selamet ve AKP macerasına! Yanardağ, bütün bu aşamaları ayrıntılarıyla inceler. 

Ne yazık ki yakın tarihimiz, azap, utanç, suç ve ıstırap sayfalarıyla dolu. Örneğin 1978 Maraş katliamı (Yanardağ, s.56-64) hukuken saptandığı üzere dönemin kimi ülkücülerinin etkin rol almasıyla gerçekleşmiş bir facia! Bu olaylarda rol almış kimilerinin on beş yıl sonra TBMM üyesi olarak karşımıza çıkması ise insanın kanını donduran bir garabet! 

1977-1980 döneminde neredeyse iç savaş boyutuna ulaşmış, günlük konuşma dilinde sağ-sol çatışması diye anılan sokak boğazlaşmaları –yaşı tutan her dürüst insanın tanıklık edeceği üzere– ülkücü saldırganlıkla karşı koymaya çalışan çeşitli sol grupların mücadelesiydi. 

12 Eylül faşizan rejimi, ülke solunu tamamen ezmeyi hedeflerken, faşizmi tırmandıran ama, sınırı aşan ülkücü hareketle de hesaplaşma gereğini duyuyordu. “Fikirlerimiz iktidarda biz niye hapisteyiz!” diye yakınan ülkücüler,  siyaset sahnesinde gerilerken (Yanardağ, s. 78-85) “ırkçı milliyetçilik/ tutucu ve siyasal dinci (tarikat unsurları) alaşımında”, üstünlük yavaş yavaş dinci  unsurların eline geçiyor ve 12 Eylül darbesinden yirmi yıl sonra, deyim yerindeyse nur topu gibi bir Türk falanjı doğuyordu (zihinleri neoliberalizmle tütsülü aydınlar uyuklarken ve sermaye kendini olduğundan da kudretli zannederken); bir yirmi yıl daha sonra kendi burjuvazisini de yaratıp iyice güçlenmek üzere! 

Yanardağ, ülkemizdeki faşizan dönüşümü, on yıllara yayılan bir süreç olarak gözler önüne sermektedir. 

Ergin Yıldızoğlu da tıpkı Yanardağ gibi faşizmin sadece sınıfsallığını vurgulayan tanımlarla yetinmez; ona göre liberal demokrasinin ya da kapitalizmin faşizmde teşhis ettiği özellik, yani karizmatik bir lidere kölece bağlanmış kitleler tanımı da faşizmi yeterince anlatamamaktadır. “Süreç olarak faşizm” Yıldızoğlu’nun terimidir ve faşizmin hem devlete, kitleye, insana bakan yüzlerini, hem de aşamalarını kapsar. Yıldızoğlu, tarihsel örnekleri yani İtalyan ve Alman faşizmlerini irdelediği sayfalarda, bu aşamaları berraklaştırır (Yıldızoğlu, s. 31-52). Bir azınlık hareketinin abartısı olarak başlayan süreç, basamak basamak ilerleyerek, ulusu ve devleti avucunun içine alarak tamamlanır. Yıldızoğlu, faşizm karşıtlarının onları yenilgiye götüren en büyük hatasının, faşist hareketin parlamenter ölçekte kalabileceğini sanmaları olduğunu vurgular! 

Faşizmin sosyalizmin “s” sinden dahi haz etmediği daha doğrusu ürktüğü doğru da, her faşist hareketin yükselen sol hareketlere tepki olarak doğduğu her zaman doğru değil. Dünyada bugün etkin bir sosyalist hareket yok, ama kürenin her yanında faşizm denemeleri var! İşte bu fiilî durum bizi yukarıda anılan belgesel’in çağrışımlı adına getiriyor, Demokrasinin Kıyısı’na! Ve durup liberal demokrasiyi sorgulamamıza yol açıyor! 

Peki, bunca farklı tarihsel koşullarda, doğan faşist yönetimlerin ve/veya hareketlerin ortak noktaları nedir ki, hepsini aynı ad ile anabiliyoruz? 

Yıldızoğlu, tarihteki faşizm denemelerinin ortak kimi özelliklerini, filozof Ernst Bloch’a ve faşizm altında bizzat yaşamış bir tanığa, edebiyatçı Umberto Eco’ya dayanarak sıralar; bu özelliklerin günümüzdeki faşizm denemelerinde ayniyle var olduğunu fark etmek sarsıcıdır! Bazıları şöyle: 

■ Sanayileşmiş ya da sanayileşme yolundaki toplumda, farklı sınıflar, farklı tarihi zamanlarda yaşarlar, baskıcı sermaye düzeni, hayatın acı gerçeklerini örtmek için zihinleri geçmişte takılı alt gelir gruplarına, mazi düşleri dayatır! (Yıldızoğlu, s. 57). Geçmişe özel bir ilgi! 

■ Aydınlanma devrimine, akılcılığa düşmanlık,  

■ Kültüre, aydınlara düşmanlık, lümpenliğe prim verme 

■ Liderden farklı düşünmenin ihanet sayılması 

■ Savaş, kahramanlık ve kahramanca ölüm fikrinin sürekli pompalanması (Yıldızoğlu, s. 59) 

Nasıl sevgili okur, insan etrafına bakıyor ve ürperiyor, değil mi? 

Ya şu iki özelliğe ne demeli:  

■ Faşizmin boy atabilmesi için ön şart, toplumda yurttaşların “biz” ve “ötekiler” (ciciler ve öcüler) kamplaşmasına eğilimli olmasıdır (Yıldızoğlu, s. 5). 

■ Bir başka ürperten hazırlayıcı özellik, erkekliğin ve erkek dayanışmasının yüceltilmesi, kadınların özellikle aşağılanmasıdır! (“Faşistin ruhsal durumunda kadınsı olmak, katlanılamaz, aşılamaz bir ağrıdır” [Yıldızoğlu, s. 56]). Kadının özerk bir birey, tüm bir insan, tüm bir yurttaş olması, faşistin faşistliğini besleyen “üstün erkek” fantezisini yanlışladığı için onun indinde katlanılmazdır (Yıldızoğlu, s. 56). 

Peki, faşizm anılan önkoşulların geçerli olduğu coğrafyalarda boy atar; acaba uygun bir mevsimi de var mıdır, bu tehlikeli oluşumun? Yıldızoğlu’na göre, işaret ettiği farklı tarihsel zamanların ortak noktası, uluslararası kapitalizmin bunalım dönemlerine rastlamalarıdır: Faşizmi doğuran sermaye düzenidir. Ne zamanki bu düzenin dünya çapında kurduğu hegemonya sarsılmaya başlar, bu eşitsiz sistemin müreffeh zamanlarında uykuda olan canavarları da bir bir uyanır! 20. yüzyıl başında dünya düzeninin başını çeken Britanya İmparatorluğu idi; ilk paylaşım savaşı İngiliz İmparatorluğunu güçsüz bıraktı, düzen çığırından çıktı, ‘1920’lerde ’30’larda faşizm patladı! Sonuç II. Dünya Savaşı. Savaş ertesinde yeniden toparlanan kapitalist dünyanın şefi bu kez ABD! Kapitalist düzen zaman içinde karşıtı sosyalist düzeni tasfiye etti. 1990’larda dünyalılar olarak tanıştığımız Yeni Dünya Düzeninde başkan, kesinkes ABD idi! Ama ABD bu makamı uzun süre koruyamadı; “tarihin sonu” diye ilan edilen küresel neoliberalizmin, tarihi noktalayamadığı, sadece bir noktalı virgül olarak kaldığı ortaya çıktı. Küresel sermayenin doymak bilmez hırsı, kitleleri yoksulluğa, güvencesizliğe, mutsuzluğa itti. Aman sakın acı çeken mutsuzlar uyanmasın! Öyleyse gelsin, mutsuzları büsbütün uyutacak eski ninniler! Bu sefer, “illiberal” demokrasi, yani “bireysel özgürlüksüz demokrasi” kılığında gelsinler! Tarihteki örneklerdeki gibi parlamento ve seçimle buyursun faşizm; ama yerleşince, bunları tarihteki örnekleri gibi feshetmesin; sürdürsün; ama işlevsiz kılsın! Bireyi özgürlüksüz bıraksın! Liderin kelamı tek geçerli kanun olsun! 

Yıldızoğlu, araştırmasını, günümüzün demokrasi kılığında gezen faşizan yönetimlerinden açıklayıcı örneklerle bitirir: Trump’ın ABD’si, Bolsanaro’nun Brezilya’sı, Modi’nin Hindistan’ı, Orban’ın Macaristan’ı… vs… vs… 

Her iki kitap da, siyasetçi olsunlar olmasınlar, günümüz dünyasını anlamak isteyenlere hararetle önerilir; siyasetçilere büsbütün önerilir, ama her halde onlar çok meşguldür, böyle okumalara zamanları yoktur… 

1Bu noktada, Wilhelm Reich’dan esinli psikolojik, hatta psikanalitik çözümlemeler de kanımca önemlidir: Toplumun şanssız kesimlerindeki birey kendi ortamından yetişmiş faşist lider ile bilinçaltı bir özdeşlik yaşamakta, liderin yükselişinde kendi ezilmişliğinin devasını bulduğu sanrısına kapılmaktadır... Hitler de Mussolini de alt toplumsal katmanlardan gelirler. Bu sanrıyla adeta büyülenmiş birey, faşist liderin üst tabakalarla arasını iyi tuttuğuna dikkat etmez, edemez! Hermann Broch, “Rüya kâbusa dönse de uyku devam eder” der. Çünkü şanssız kesimden gelen birey, uyanacağı gerçeklikle ne yapacağını bilemediğinin aslında farkındadır. (Tıpkı, âşık olduğu kişinin kedisini artık sevmediğinin farkında olsa da, sevdiğine inanan mutsuz âşık gibi!)