Korkut Boratav: Devrimci muhalefet anarşizm değildir güzellikleri içeren farklı bir düzen arar
BirGün Pazar Korkut hoca ile yaptığımız BirGün Pazar söyleşilerinde bu hafta, İstanbul seçimleri ekseninde iktidar ve muhalefet hareketini değerlendirdik. Her söyleşide olduğu gibi ekonomi ve dış politikadaki güncel gelişmeler üzerine kısa notlar da söyleşimizde yer alıyor. • Seçim kararının aldırılması sonrasında AKP içinde görülmeyen başlayan farklılıklar tartışılıyor. AKP içi dengeler açısından durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul […]
BirGün Pazar
Korkut hoca ile yaptığımız BirGün Pazar söyleşilerinde bu hafta, İstanbul seçimleri ekseninde iktidar ve muhalefet hareketini değerlendirdik. Her söyleşide olduğu gibi ekonomi ve dış politikadaki güncel gelişmeler üzerine kısa notlar da söyleşimizde yer alıyor.
• Seçim kararının aldırılması sonrasında AKP içinde görülmeyen başlayan farklılıklar tartışılıyor. AKP içi dengeler açısından durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İstanbul seçiminin yenilenmesi bugünkü iktidar açısından ilk bakışta akıldışı bir karardı. Son referandumun sağladığı anayasal çerçeve ve KHK’larla oluşturulan yeni düzen, iktidara dört buçuk yıllık bir mutlak iktidar sunmaktaydı. Bu çerçevenin yarattığı imkânlar sayesinde muhalif belediyeler iktidarla işbirliğine ikna edilebilirdi; olmazsa yönetimi felç etme ve kayyum seçenekleri sonuna kadar açıktı.
Bu imkânların göz ardı edilmesini ve İstanbul seçiminin yenilenmesini açıklayan tek bir tespit akla geliyor: İktidar, dağılma eğilimleri içindedir. Cumhurbaşkanlığı “sistemi” kurumlaşamamaktadır. Kadroların yetersizliği nedeniyle işler tökezlemektedir. Kriz yönetilememektedir. Moral bozukluğu yaygınlaşmıştır. “Çare”, olası bir seçim zaferinde görülmüştür.
Ne var ki, yenilenen seçim kampanyası da dağınıktır: Cumhurbaşkanı geri çekildi; sahneyi uyumsuz iki siyasetçiye, Binali Yıldırım ile İçişleri Bakanı’na bıraktı. Seçimin kaybedileceği algılaması yüzünden mi? Seçim kaybını sineye çekmek; sonra da yönetmek, rasyonelliğe gecikmiş bir geri dönüş anlamına gelir. Ancak tehlikeli bir olasılık daha var: İktidar blokunun katı faşist kanadı ağır basar; şiddet içeren provokasyonlara yönelir; seçimi yeniden geçersizleştirmek hedeflenir.
İktidar bloku, böylece, zayıfladığını ilan etmiş oldu. Açıkladığım dört buçuk yıllık pürüzsüz iktidarın tehlikede olduğu algılanmış olmalıdır. Cumhurbaşkanı, herhalde, yeni anayasal rejimin İslamcı faşizme “yumuşak geçiş”i mümkün kılacağı umuyordu. Buna karşılık “merkez sağ” ile bağlantılı AKP’liler giderek algıladı ki, mevcut kadrolar ve yeni rejim içinde Türkiye’nin gelişkinlik düzeyindeki bir kapitalist toplum yönetilemeyecektir.
Gezi’de filiz veren kendiliğinden halk cephesi sürüyor
• 31 Mart’ta AKP’nin yenilgiye uğratılması ve şimdi İstanbul seçimlerine doğru giderken muhalefetin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye toplumunun kabaca yüzde 50’lik bir bloku, iktidar karşıtı fiili bir ittifak içindedir. Bu ittifak Gezi kalkışmasında filiz verdi. 2015 Haziran seçimlerinde, 16 Nisan referandumunda tekrar ortaya çıktı. Solda sosyalistlerden, sağ uçta milliyetçilere uzanan bu fiili bloklaşmada Kürt hareketinin bir bölümü de yer aldı. Adeta, “kendiliğinden bir halk cephesi” oluştu.
Bu blokun öğelerini ayrıştırırsak önemli ideolojik, politik anlaşmazlıklar gözleriz. Yine de Haziran 2013’ten bu yana sözünü ettiğim olaylarda iktidara karşı çıkmakta birleştiler. İstanbul seçiminde de, Ekrem İmamoğlu’nun yeniden kazanması için aynı muhalefet bloku mücadele ediyor.
Bu ittifakın güncel sloganı da kendiliğinden ortaya çıktı: “Her şey çok güzel olacak” İstanbul’dan Karadeniz’e Türkiye halkının önemli bölümlerince benimsendi. “Her şey çok güzel olacak” sloganına, “nasıl güzel olacak, hangi programla?” sorularıyla karşı çıkmanın zamanı değildir. Bu sloganın hızla halk tarafından benimsenmesi iki nedenden ötürü değerlidir.
Birincisi, “her şeyin kötü olduğu” algısı, teşhisi içerdiği için… Bu, aynı zamanda, “her şeyi çirkinleştirenlerin varlığının tespiti” anlamına geliyor. O yüzden, “Türkiye ittifakı, aynı geminin yolcuları…” söylemlerine de uzak duruyor.
İkinci olarak, sol söylem açısından sorgulayalım: “Yeni bir dünya özlemi” içermeyen devrimci muhalefet mümkün müdür? Devrimci muhalefet anarşizm değildir. Bu nedenle bozuk düzeni teşhis eder; ona karşı çıkar; ama “güzellikleri” içeren (örneğin sömürüsüz, eşitlikçi) farklı bir düzen de arar. Halkımız, “her şeyin güzel olacağı bir Türkiye” arayışında ise, mutlu olmalıyız.
İktidarın gücü belirgin biçimde gerilemeye başlayınca, bugünkü muhalefet blokunun iç-farklılıkları ortaya çıkar; ama bunları deşmek bugünün sorunu değildir.
Sözde-liberal ‘normale dönüş’ arayışı yetersiz ve tehlikelidir
•Sonraki ayrışmalarla neyi işaret ediyorsunuz?
İktidar gerilemeye başlarsa, güç odakları, bu sürece yol açan halk muhalefetini denetlemeye kalkışır. Muhalefetin tetiklediği değişim ivmesini, “sözde- liberal” doğrultuda yönlendirme arayışı öne çıkar. Bugünün aşırılıklarından arındırılmış bir “restorasyon, normale dönüş” önermesi gündem gelir. Güç odakları, “hangi normal?” sorusunu, Gezi’den bu yana muhalefet blokunu birleştiren özlemlerden çok daha kısıtlı bir restorasyon olarak yanıtlamak isteyecektir.
Gezi’nin en yaygın simgesi Mustafa Kemal resimleriydi. Gençler, hayat tarzlarına yapılan müdahalelere, “iki ayyaş” söylemine tepki gösteriyordu. Haziran 2015, Anayasa Referandumu, İstanbul seçimlerinde bu platform genişledi; muhalefet bloku, bence, hukuk devletini ve Cumhuriyet kazanımlarını korumak hedeflerinde birleşti.
Sözde-liberal “normale dönüş” arayışı ise, bence, iktidarın, “kapitalizmin normal işleyiş kurallarını, örneğin güçler ayrılığı ilkelerini çiğneyen, Batı ittifakını zedeleyen aşırılıklardan arındırılması” hedefiyle sınırlıdır. Bunu 2015’e dönme projesi olarak tanımlayabiliriz. Bu projenin güç odağı büyük sermayedir. Emperyalizmin merkezlerinde de aynı projeyle uyumlu bir yaklaşım söz konusu olabilir. 2015’e dönme projesinin politik formülü, ılımlı İslam ve liberaller arasındaki büyük bir koalisyondur. Liberal kanadın Türkiye’deki temsilcisi, bugünkü Cumhur İttifakı’dır. Ilımlı İslam’ın temsilcisi ise bugünkü Cumhurbaşkanı’nın aşırılıklarından arındırılmış bir AKP’dir. CHP liderliğinin AKP lideri Abdullah Gül ile muhabbeti bir işarettir.
Sadece sosyalist sol değil, Gezi hareketinin simgelediği muhalefet bloku söz konusu olduğunda “2015’e dönüş restorasyonu” sadece yetersiz değildir; tehlikelidir. 2015 Türkiye’si laiklikten yaygınlaştığı, yerleştiği bir dönemdir. 2010 Anayasa değişikliğinin anti-demokratik deformasyonu da buna eklenmelidir. Bu bozulmaların giderilmesi, sadece sosyalistlerin değil, Türkiye’nin tüm demokratlarının önceliği olmalıdır Siyasî İslam’la bir ittifak içerdiği için, “2015’e dönüş” bir demokrasi projesi olamaz.
•Toplumsal muhalefet açısından bir yandan İslamcı faşizme geçişi tamamlama adımlarına karşı bir mücadele bir yandan da Gezi’den başlayan arayışa yanıt verme gibi ikili bir görev ortaya çıkıyor. Bu koşullarda sosyalist hareketin adımlarına ilişkin görüşleriniz neler?
Sosyalistleri burjuvaziden ve liberallerden ayıran bir öncelik, neo-liberal dönüşümün reddiyesidir. Zira, neo-liberalizm, sermayenin dünya çapında sınırsız tahakküm programıdır. Ilımlı İslam ile Cumhur İttifakı’nın temsil ettiği “restorasyon” ise, bugünkü iktidarın neo-liberal reçetelerden (örneğin Merkez Bankası özerkliğini zedeleyen) sapmalarını düzeltecek; IMF reçetelerinin savunucusu olacaktır.
Bunlar İstanbul seçimleri konjonktüründe değildir; ama sosyalist akımların ayrıştırıcı öğeleridir. Muhalefet blokunun diğer öğeleriyle bu çerçevede iletişim daima var olacaktır.
***
Türkiye, ABD ve Rusya kutupları arasında ‘serseri mayın’ gibi yalpalamaktadır
“2015’e dönüş restorasyonu niçin tehlikelidir?” sorusuna dış politika açısından da bakabiliriz. O tarihlerin başbakanı Davutoğlu bugünkü dış politikayı inşa edenlerden birisiydi. Türkiye’nin Suriye politikası, Amerikan emperyalizminin “rejim değiştirme” operasyonunun taşeronluğunu üstlenerek başladı. Bu taşeronluğa daha sonra maceraperest unsurlar eklendi. Sunni İslamcı hareketin öncülüğünü, Müslüman Kardeşler bağlantısı içinde üstlenme tutkusuna dönüştü.
Alt-emperyalist bir programa kalkışacaksanız “patron” (yani ABD) ile çatışmamanız gerekir. “Müslüman Kardeşler”, ABD’de (Suudi etkisi sonunda) itibardan düşünce AKP projesinin geçerliliği çöktü; ama Esad-karşıtı önceliğe tutsaklığı ısrarla sürmektedir. Sonuçta Türkiye, Suriye’de ABD ve Rusya kutupları arasında “serseri mayın” gibi yalpalamaktadır.
Türkiye, bugün İdlib’de bir tuzağın içindedir; olası felaketlere muhataptır. Bugün, sadece solcular değil, Dışişleri diplomasisinin kıdemlileri de bu bataktan çıkmak için meşru Suriye hükümeti ile işbirliğini öneriyor.
Konu Suriye ile de sınırlı değildir. İslam dünyasında ve Ortadoğu’daki her çalkantıda bugünkü iktidarın Müslüman Kardeşler tutkusu öne çıkmaktadır: Bu nedenle Libya’da şeriatçı çeteler arasındaki mücadelede Suudi-Mısır-BAE üçlüsü ile Türkiye-Katar ikilisi karşı cephelerdedir. Sudan’da (İhvan destekli) El Beşir’in devrilmesini Cumhurbaşkanı şiddetle kınamıştır.
AKP iktidarı, Türkiye’yi bir Orta Doğu ülkesi yapmıştır. Maliyeti dış politika alanıyla sınırlı değildir. Ağır, ideolojik, toplumsal, politik deformasyonlara da yol açmıştır.
***
Spekülatif fon girişleri dış borç krizini erteleyebilir
Türkiye Ağustos 2018’de döviz krizine sürüklendi; bu şok, Eylül ve Ekim’den itibaren reel ekonomiye yansıdı; üretim ve istihdam geriledi; ekonomi küçülmeye başladı. Berat Albayrak da batık şirket kredilerinin yapılandırılmasını zorunlu kılan bir iç-borç krizinin yaşandığını Nisan’da itiraf etti. Bunlar, Türkiye ekonomisinin bir kriz içinde olduğunu ortaya koyuyor.
Krizin millî gelire yansıması, henüz 2008-2009’daki sertlikte değildir. Türkiye ekonomisi şu andaki gidişatı ile yüzde 3’lük bir tempo ile küçülmektedir. İç borç krizi, dış kredilerin döndürülmesini önleyen, bankaları sarsan bir finansal krize dönüşmezse, Ekim 2018-Haziran 2019 arasındaki dokuz aylık dönemde ekonomi bu tempoda küçülmüş olacaktır.
Ekonomik krizin emekçi sınıflar üzerindeki ağır toplumsal yansımaların yaşıyoruz. İstihdamın düşmesi, işsizliğin katlanarak artması anlamına gelir ve toplumsal bunalımın en acı boyutudur. Ancak, bu olgulardan ekonominin üç dört yıllık bir çöküntüye gireceği öngörüsü çıkamaz. Bugün dünya ekonomisi, sermaye hareketlerinin daraldığı konjonktür içinde değildir. Spekülatif fon girişleri, bankaların dış kredi akımlarının canlanması Türkiye’nin dış borç krizine girmesini erteleyebilir ya da önleyebilir.