İlginç bir döneme giriyoruz. Bu memlekette askerlerin terfisi hep kriz nedenidir. Kim bir yıldız daha takacak, kim kuvvet komutanı olacak, hangi “paşa hazretleri”...

İlginç bir döneme giriyoruz.

Bu memlekette askerlerin terfisi hep kriz nedenidir.

Kim bir yıldız daha takacak, kim kuvvet komutanı olacak, hangi “paşa hazretleri” hangi tavrı takınacak sivillere dert olur.

Yeni komplo teorileri ve senaryolar üretilir. Yeni gelen kuvvet komutanının ille de şahin/güvercin ikilemindeki yeri tarif edilir.

Boy boy portreleri yazılır. Hayat hikayeleri anlatılır.

Gazetecilerin haki renge tutkunluğunun tabi ki sebebi vardır. Ateş olduğu için o duman çıkmaktadır.

3 darbe, bir “post-modern darbe” ve bir e-muhtıra verilen bir ülkenin matbuatı da bu güdük demokrasiden bigane değildir. Ülkede yaşanan “ikili iktidar”ın ayrımında ve güç dengelerinde ip cambazlığının ustalığındadır. Ne zaman elindeki sopayı nereye eğeceğini iyi bilir. Bilmeyenlerin başı hep derde girmiştir.

Bir de askere sürekli İç Hizmet Kanunu’nu hatırlatan meslektaşlarımız vardır ki onlar -Sevgili Ragıp Duran’ın deyişiyle- “apoletli medya”dır. Ben ev halimde Beşiktaş forması giyerim, onların üniforma ile dolaştığından şüphe ederim.

Tabi zıtların birliği zaman içinde bir de “asker karşıtı” medyayı yaratmıştır. Bunların kimler olduğunu konjonktür belirler. Karinesi ise askerler tarafından düzenlenen toplantılara akredite edilmemeleridir.

Çoğunlukla İslamcı ve solcu medyanın cezalandırılmasıdır. Bir tercihi ve aslında bir keyfiyeti yansıtır.

Dedik ya ilginç bir döneme giriyoruz.

Önce askerlerle ilgili darbe iddiaları ve günlükleri boy boy gazetelerde yer aldı.

Ardından kimi komutanların “gizli” kalması gereken konuşmaları Youtube’a düştü. Üstelik o komutanlar PKK ile yapılan mücadele konusunda çok önemli bilgiler veriyordu.

Dağlıca saldırısı bile mağduriyet  değil, ihmal ve tedbirsizlik olarak basına yansıtıldı.

Şimdi de Ağustos ayında Genelkurmay Başkanlığı makamına gelecek olan İlker Başbuğ’un Kudüs’te Ağlama Duvarı önünde fotoğrafı basılarak, “dönme mi Yahudi mi” kanaati uyandırılmaya çalışıldı.

Bu ülkede Yahudi ve Ermeniliği bir küfür gibi kullananlar vardı.

Böylece Başbuğ’un  gelecekteki mesleki ve siyasi -olması mı gerekir?- tasarrufları şimdiden ipotek altına alınıyor ve “dönme olduğu için böyle davranıyor” imajı uyandırılmak isteniyordu.

Yani genel olarak bakıldığında askerin usta olduğu “psikolojik harp” yöntemleri doğrudan askere karşı kullanılmaya başlandı. Bir fıkra ya da skandal olarak okunması gereken haber sıradanlaştı. Komutanların dinlenmemesi için TÜBİTAK şifreli telefon hazırlamıştı!

Ben de Kudüs’e gittim. Ben de Ağlama Duvarı’nın önünde resim çektirdim. Hatta Duvar’ın yanıbaşında olan ve Hassidiklerin iman ettiği o mağaraya da girdim.

Sonra da bir başka olmazsa olmazı yerine getirdim. Mescid-i Aksa’yı ziyaret ettim. Cami’de merdivenle inilen ve Hz. Muhammed’in namaz kıldığı varsayılan  yeri de ziyaret ettim.  Orada da fotoğraf çektirdim. Sonra Hz. İsa’nın göğe yükseldiği varsayılan Kutsal Kabir Kilisesi’ni ziyaret ettim. Orada da fotoğraf çektirdim.

Türkiye’den giden her görevli, her turist ve her meraklının yaptığı turu idrak ettim.

Şimdi içimi bir kurt kemiriyor. O fotoğraflar nerede acaba? Evde yok. Tamam ben çok mühim bir insan değilim ama, ya olursam?!

O zaman okursunuz, yazarınız hem Hristiyan, hem Yahudi ve de fena halde irticai…