Saramago’nun romanındaki gibi salgın, ayıpları buharlaştırıyor. Küçük sermayedarlar makarna, medikal maske veya kolonyadaki fahiş fiyat artışları ile ilk birikimlerinin peşinde koşuyor. Herkesin kaderini belirleyen mutlak güç büyük sermaye cephesinin gündeminde ise kağıtların değerleri var.

Körlük

Ozan Gündoğdu

Saramago’nun ‘körlük’ romanını okuyanların hemen hepsi bugünlerde romanı tekrar hatırlamıştır. Körlük bulaşıcıdır ve salgın yayıldıkça önceden ayıp sayılan tecavüz, hırsızlık, yağma, karaborsa ve stokçuluk salgınla beraber sıradan bir hal alır. Roman tüm dünyayı kasıp kavuran bulaşıcı bir körlük hastalığını anlatırken, metaforik olarak kapitalizmin ahlakını sorgular.

Denebilir ki kapitalizmin anası denizciliktir. Batı Avrupa’dan Hindistan’a pamuk götüren tüccar denizciler, oradan aldıkları baharatı Çin’de ipekle takas etti, anavatana döndüklerinde yanlarında getirdikleri ipekle daha fazla pamuk aldı. Bu döngü birbiri ardına gerçekleşen seferlerle devam etti ve tüccarlar giderek kıtada kalan büyük toprak sahiplerinden daha zengin oldular. Çünkü büyük toprak sahiplerinin tarım ürünleri uluslararası ticarete uygun değildi, soğan marul gibi ürünler haftalarca hatta aylarca süren deniz yolculuklarına dayanamıyordu.

Ancak bu uzun seferlere insanların da adapte olması zordu. Taze meyve ve sebze olmadan sadece kuru gıdayla aylarca süren yolculuklar denizcilerde C vitamini eksikliğine, bu da ölümcül skorbüt hastalığına neden oluyordu. Kapitalizmin erken dönemindeki bu hastalık Avrupa’da köle ticaretinin artmasıyla sonuçlandı. Çünkü o günlerde azalan denizci sayısı, denizcilere ödenecek ücretlerin artmasına ve böylece uzun seferlerin kârlılığının azalmasına sebep oluyordu. Tüccar denizciler çareyi Afrika’daki ucuz köle emeğinde buldular. Skorbütün çaresi içinse 18’inci yüzyılı beklemek gerekecekti. Fakat henüz 1500’lü yıllardaki ilk kapitalistler, kıtlığın zarar kadar kâr ettirdiğini de anladı.

Hastalığın nedeninin C vitamini eksikliği olduğu ve limonların C vitamini içerdiği çok sonra ancak 1700’lerde anlaşılabildi. Fakat bu sefer de limon fiyatlarında fahiş artışlar görüldü. Çünkü İngiliz gemilerin ambarlarına denizcilerin tüketmesi için tonlarca limon dolduruluyor böylece artan talep limon fiyatlarını şişiriyordu. Bugün hâlâ Amerikan argosunda, İngilizler için “limey” tabiri kullanılır. Demek ki gelecekte neyin talep göreceği ya da neyin kıt olacağını bilmek kapitalist için hayati önemdeydi. Limonun skorbüte iyi geldiği önceden bilinebilseydi, bu bilgiye sahip olan tüccar bir servet sahibi olabilirdi. Böylece kapitalist birikimin ileriki safhalarında bilimsel araştırmalar fonlanmaya başladı. Bugün Amazon’un ARGE birimi yılda 25 milyar dolar harcıyor.

16 ve 18’inci yüzyıllarda sermaye birikiminin temelinde uluslararası ticaret vardı. Üretim manifaktür ölçeğinde olduğu için henüz büyük fabrikalar bulunmuyordu. Ancak 19’uncu yüzyılla beraber hem tüccarların ellerinde yeterince sermaye birikmişti, hem de buharın makinelerde kullanılmaya başlaması gibi teknolojik gelişmeler bir araya gelmişti. Bu koşullar 16’ncı yüzyıldaki denizcilerin torunlarını 19’uncu yüzyılda fabrikatör yaptı. Böylece ticaret kapitalizmi sanayi kapitalizmine evrildi ve bu gelişme denizcilerde görülen skorbüt sorununu kökten çözecek bir işe imza attı; konserve yiyecekler…

Konserveler, aylar süren deniz seferleri gibi yerleşik hayattaki olağanüstü koşullara hazırlığın da vazgeçilmezi oldu. Bugünlerde market reyonlarında azalan konserveler ilk kez 1800’lerin başlarında İngiliz donanması için üretildi. Daha sonraları günün yarısından çoğunu fabrikalarda veya madenlerde geçirmek zorunda bırakılan geniş halk kesimleri için yemek hazırlamak büyük bir zahmete dönüşünce, konserveler işçi sınıfı tarafından da benimsendi.

Önceleri el emeği gerektiren makarnalar da hamur yoğurma makinalarının gelişmesiyle böylece yaygınlık kazandı. Makarnalar tıpkı konserveler gibi uzun süre saklanabilir olmasının yanı sıra pratik hazırlanması nedeniyle de tüm dünyada işçi sınıfının en önemli yiyeceklerinden biri oldu.

19’uncu yüzyılda üretim fazlası diye bir şeyin olabileceğine inanılamıyordu. O kadar ki tüm klasik iktisatçılar Jean Baptiste Say’ın “her arz kendi talebini yaratır” fikrine iman etmiştir. İnsanlık doğumundan beri kıtlığın pençesindeydi ve belki de henüz üretimin talepten daha fazla olabileceği iktisat biliminin kurucularının aklına gelmemişti. Ta ki 1929’da yaşanan Büyük Buhran’a dek…

Krizin nedenleri bir yana en önemli sonucu talep yetersizliği, eksik istihdam gibi kavramları iktisat literatürüne sokmak oldu ve böylece Say Kanunu çöpe gitti. İnsanların satın alabileceğinden daha fazla üretmek mümkündü ve işte depolarda bekleyen mobilyalar bunun en büyük kanıtıydı. Literatür krize karşı çözümleri tartışadursun, sermayedarlar ise bu krizde neyin para edeceğini düşünmeye başladılar. Zira zorunlu olmayan mobilya, elektronik eşya vb. ürünlere dönük talep neredeyse sıfıra inmişti. Halkın geliri temel tüketimin ötesine geçemiyordu. Bu koşullar altında adına “süper” denen ilk market 1933’te ABD’de açıldı (Bkz. Albers Super Markets). Sermaye, önceleri gıda perakendeciliğine burun kıvırıp bu sektörü küçük esnafa bıraksa da, satacak başka bir şey kalmayınca gövdesini bu işe koydu. Büyük ölçekli alım yaptıkları için piyasayı ucuza kapatabilen bu zincirlere karşı mahalle bakkallarının dayanabilmesi mümkün değildi. Böylece süpermarketler İkinci Dünya Savaşı’nın sonu geldiğinde artık batı dünyasında gündelik hayatın vazgeçilmezlerinden birine dönüştü. Türkiye’de ise 2010-2017 yılları arasında, şube sayısı en az 5 ve üzerinde olan market zincirlerinin toplam mağaza sayısı yüzde 178 artış kaydetti. 2025’te ise bugünün iki katı kadar market mağazasının olacağı tahmin ediliyor.

korluk-701116-1.

Özellikle 1980 sonrası gelişen neoliberal kapitalizm ise “parayı veren düdüğü çalar” ilkesine sadakatiyle ayakta kaldı. Neoliberalizmin ataları ticaret ve sanayi kapitalizmi de bu ilkeyi severdi ancak neoliberalizmin ufku bu konuda çok daha ileridir. Bugün alınır ve satılır olmayan başka bir deyişle düdüğü çalınmayan şey yok denecek kadar azdır. Eğitim, sağlık ve hatta parklardaki banklar dahi artık çalınacak düdüktür. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre nüfusun en zengin beşte biri en yoksul beşte birden 4 kat daha fazla sağlık harcaması yapabiliyor. Ücretli çalışan 19,5 milyon yurttaşın yaklaşık 4 milyonu ise sigortalı değil. Bu koşullar altında “Koronavirüs testi” adı verilen düdüğü kim çalar?

Saramago’nun romanındaki gibi salgın, ayıpları buharlaştırıyor. Küçük sermayedarlar makarna, medikal maske veya kolonyadaki fahiş fiyat artışları ile ilk birikimlerinin peşinde koşuyor. Emek cephesinde virüse karşı daha dirençli olan gençlerin duyarsızlığının yanında yaşlıların endişesi bulunuyor. Her sabah çalışmaya giderken kullanılan toplu taşıma araçlarındaki gerilim ise cabası. Herkesin kaderini belirleyen mutlak güç büyük sermaye cephesinin gündeminde ise kağıtların değerleri var. Türkiye’deki ilk koronavirüs vakasının görüldüğü 11 Mart’ta Borsa İstanbul 100 endeksi yüzde 5 değer kaybetti. Ancak gün sonunda en çok değer kazanan hisseler bu kısa tarihin dipnotuna acı bir tebessüm bırakıyor.


11 Mart 2020/ Borsada gün sonu…

Selçuk Ecza Deposu: yüzde 20 değer artışı
Eczacıbaşı Yatırım: yüzde 19,9 değer artışı
Deva Holding: yüzde 19,9 değer artışı
CarrefourSA: yüzde 19,9 değer artışı
Eczacıbaşı İlaç: yüzde 19,8 değer artışı