İnşaat, tarım, tekstil sektörlerinde çalışan Suriyeli sayısı çok. İzinsizlik yasadışılığı, sömürüyü, tehdit ve korku ortamını beraberinde getirirken bir yandan çocuk işçiliği destekliyor

Kral çıplak!!! 2.3 milyon Suriyeli mültecimiz var

BAŞAK KALE*

Avrupa kıtası 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük mülteci krizini yaşıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) savaş sonrasında kurulurken Avrupa’da korunması düşünülen kişi sayısı sadece 2 milyondu. 2015 yılının sonuna yaklaşırken Türkiye koruma sağladığı yaklaşık 2.3 milyon Suriyeli mülteciyle birlikte dünyanın en önemli mülteci ülkesi haline geldi.

Orta Doğu’da milyonlar yerlerinden edilirken Akdeniz ve Ege denizlerinde binlerce mülteci bir yandan zulümden kaçarken bir yandan da insan kaçakçılarının elinde hayatlarını riske atıyor. Tüm dünyanın gözü önünde bir insanlık trajedisi yaşanıyor. Diller tutulmuş tüm dünya seyrediyor.

Mülteci krizi olarak nitelendirdiğimiz bu kriz aslında bir uluslararası koruma krizi. Krizi yaratanlar aslında mülteciler değiller. Krizi yaratanlar uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmek istemeyen devletler. AB üye devletleri iltica başvurularını engellenmek üzere yarattıkları ve literatürde “dışsallaştırma” olarak da nitelendirilen birçok yönteme başvuruyorlar. Üye devletler mültecileri korumaktan doğan yükümlülüklerini Türkiye gibi 3. ülkelere devrederek “külfet paylaşımı” yerine “külfet devrini” gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleşmesi’yle taraf devletler uluslararası yükümlülüklerini netleştirdiler. Kimlerin mülteci olarak nitelendirilmesi gerektiğini bir yandan tanımlarken bir yandan da mültecilere sağlanacak olan hakları da açıklamış oldular. En önemli prensiplerden biri olan “geri göndermeme” prensibiyle mültecinin zulüm göreceğine inanılan ülke ya da ülkelere gönderilmemesi kararlaştırıldı. Buna göre Suriye’den kaçan bir mültecinin Suriye’ye geri gönderilmesi ya da sınırdan geri çevrilmesi söz konusu olamaz.

Avrupa bir yandan bu temel evrensel sözleşmenin mimarı rolüyle küresel bir mülteci rejimin oluşturulmasına öncülük ederken yarım yüzyıl sonrasında kendi oluşturduğu evrensel insani haklar temelli bu sistem, derinden sarsılacak gelişmelere de sahne oluyor. AB bir yandan sivil bir güç olarak demokrasi, insan haklar, temel hak ve özgürlüklerin kendi sınırlarının da ötesinden savunucusu konumunda. Ancak bu özgürlüklerin derinden sarsıldığı insan hakları ihlallerinin yaşandığı politik rejimlerden kaçanlara da sırtını dönmekte ve insan kaçakçılarının elinde ölüme terk edilmelerinde de bir sakınca görmüyor. AB büyük bir ikilem içerisinde. Bu ikilem sürecinde hem demokrasi ve insan haklarının küresel anlamda savunucusu olmak isteyip bir yandan da bu alanda ortak bir külfetin paylaşılmasına da yanaşmıyor.

AB’nin meşruiyetin, vatandaşlarının gözünde güven ve desteğinin sarsıldığını ve sorgulandığını görüyoruz. Bir yandan bir Avrupa kimliği inşa edilemeye çalışılıyor. AB küresel bir güç olmak isterken bir yandan küresel sorunların getirdiği mücadelelere de sırt çevirdiğini görüyoruz. Birlik bu süreçte verdiği sınavda birlik ve beraberlik içerisinde davranamıyor. Panik ve şaşkınlık, akıl ve sağduyunun önüne geçmiş durumda. AB’nin mülteci krizi AB’nin varoluş krizine doğru evriliyor.

AB’nin beklenen lideri rolüne isteyerek ya da istemeyerek Şansölye Merkel soyunmuş durumda. Merkel Avrupa’da yükselen göçmen karşıtı seslere rağmen birlik ve beraberlik çağrısında bulunarak yaklaşık bir milyon mültecinin Almanya’ya kabul edileceğini duyuruyor. Bu Merkel’in mültecilerin koruyucu azizesi olması anlamına mı geliyor?

Gerçek olan şu ki; krizin başlamasından itibaren düzensiz yollarla gelen bir milyon kişinin zaten hali hazırda Almanya’da. Merkel bu çağrıyı yaparak zaten ülkede bulunan mültecilerin kabulünü resmileştirirken hem kendi halkı nezdinde hem de uluslararası camiada asil bir davranış sergilemiş oluyor. Bir yandan da AB düzeyinde Almanya’nın önderliği rolü perçinleniyor. Yaşlanan Almanya nüfusu için emek gücüne sahip olurken bir yandan da mülteci krizi için örnek davranış oluşturuluyor. Akıllıca. Ancak tüm bunların da yeterli olmayacağı görüşünde. Bu nedenle 1 Kasım seçimi öncesi Türkiye ziyareti gerçekleşti.

16 Ekim’de Merkel’in Türkiye ziyareti bir düzensiz göçle ilgili Eylem Planı’nın kabul edilmesiyle sonuçlandı. Alman halkına bundan sonra gerçekleşebilecek olan akınların Türkiye tarafından işbirliği ve geri kabul anlaşması çerçevesinde kontrol edileceği müjdesi verdi. Geri kabul anlaşmasının hayata geçirilmesi karşılıksız olmayacak. Türkiye’ye 3 milyar Avro sözü verilirken aynı zamanda vize liberalleşmesi yani vizesiz seyahat ve Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılması planlanıyor.

kral-ciplak-2-3-milyon-suriyeli-multecimiz-var-95888-1.Bir açıdan bakıldığında zaten 8 milyar doları uluslararası camiadan çok ciddi bir destek göremeden mülteciler için harcayan, AB ile müzakereleri başladığında beri üyelik perspektifi bulanıklaşmış ve hatta tıkanmış olan Türkiye için bu anlaşma iyi bir çıkış yolu olarak görünebilir. Ancak AB ile Geri Kabul Anlaşması imzalanalı zaten 2 sene oldu. Bu anlaşmaya göre iki taraf karşılıklı olarak kendi topraklarını kullanarak diğer tarafa düzensiz yollarla geçiş yapmış olan düzensiz göçmen, iltica başvurusu kabul edilmemiş kişileri geri almayı taahhüt ediyor. Bunu 2014 yılından itibaren AB-Türkiye kendi vatandaşlarının geri kabulü için uygulamaya koyarken 2017 yılında 3. ülke vatandaşlarının karşılıklı olarak geriye gönderilmesiyle ilgili yükümlülük zaten var. Eylem Planı bu yükümlülüğün gerçekleşmesini garanti altına almayı istiyor.

Düzensiz geçişlerin önüne geçilmeye çalışılırken Türkiye’nin aktif olarak sınır kontrollerini artırmasını ve geri kabul merkezlerin işlevselleştirilmesini istiyor. Türkiye’den transit olarak geçtiği anlaşılan tüm düzensiz göçmenler Türkiye’ye iade edilecek. Türkiye bu kişileri mümkün olursa geldikleri ülkeye kendisinin yaptığı geri kabul anlaşmalarıyla iade edebilecek. Bu geri kabul anlaşmalarının kaynak ülkelerle yapılması kolay değil. Türkiye’nin AB’nin kullandığı şekilde bir üyelik perspektifiyle pazarlık olasılığı yok. O yüzden şimdiye kadar sadece 13 ülkeyle bu anlaşma imzalanabilmiş ve bunlardan da sadece 8 tanesi uygulanabilir durumda. Geri gönderilemeyen kişilerin Türkiye’de barınma, sağlık, eğitim ve diğer sosyal ihtiyaçlarını belli bir standartta Türkiye’nin sağlaması bekleniyor.

AB’den gelecek olan 3 milyar Avroluk yardımın 1 milyar Avrosu zaten IPA üyelik fonları kapsamında bu geri kabul merkezleri gibi yatırımların inşası için kullanılması planlanmış. Bu miktar yeni bir miktar değil. AB’nin zaten önceden söz verdiği bir miktar. Geri kalan 2 milyar Avronun hangi fonlardan fonlanacağı belirsiz. Bu miktar Türkiye’de mevcut bulunan mülteciler için kullanılması öngörülüyor. Şu andaki mevcut mülteci sayısına bölünmesi durumunda kişi başına 900 Avrodan daha az bir miktar düşüyor.

Türkiye’de bulunan Suriyeliler Türkiye’nin Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 91. Maddesinde yer alan ve daha sonra uygulanması ilgili yönetmelikle düzenlenen “geçici koruma” kapsamında mülteci statüsüne başvuramadan sağlık hizmetinden yararlanabiliyorlar. Eğitim konusu çetrefilli ve zor. Suriyeli nüfusunun neredeyse yarısı 18 yaş altında yani “çocuk.” Bu demektir ki 700 bin eğitim yaşında çocuğun eğitim alması gerekiyor. Bu sayının ancak yarısına eğitim alanında hizmetle ulaşılabiliyor. Kriz 4 yaşını bitirirken Suriyelilerin Türkiye’de “geçici” olarak bulunma olasılıkları gittikçe azalıyor.

Öte yandan hala çalışma izniyle ilgili bir gelişme yok. Yasal yollardan çalışma izinleri olmayınca enformel olarak birçok farklı işte çalıştıklarını ve hayatlarını idame ettirdiklerini görüyoruz. Suriyelilerin sadece %10 kamplarda yaşamayı seçmesinin bir nedeni de bu. Kamplarda yaşamanız halinde çalışma olasılığınız azalıyor.

İnşaat, tarım, tekstil sektörlerinde çalışan Suriyeli sayısı çok. İzinsizlik yasadışılığı, sömürüyü, tehdit ve korku ortamını beraberinde getirirken bir yandan çocuk işçiliği destekliyor. Kendileri yasal yollardan iş bulamayan anne babalar yaşam koşullarının zorluğuyla kız çocuklarını 2. eş olarak evlendiriyorlar. Sosyal güvencenin olmadı��ı, hakların korunmadığı bu ortam, iş veren açısından düşük ücretleri sağlıyor. Bazı sanayi kolları bundan memnun ama orta ve uzun vadede ne emek gücü piyasası için ne de mevcut çalışan Türk vatandaşı için bu faydalı olabilir. Suriyelilerin iş izinlerinin çıkarak işgücü piyasasına dahil edilmeleri yasadışı yolların teşvik edilmemesi için, emek sömürüsünün, çocuk işçiliğinin, sigortasız çalıştırılmanın teşvikinin ve çocuk gelinlerin önüne geçilmesi için şart.

İş izinlerinin çıkmamasının bir nedeni geçiciliklerin kalıcı hale gelmesinden korkulması. Şimdiye kadar gerçekleşen tüm kitlesel akınlarda gelen mülteciler Türkiye’yi kısa süre içerisinde terk ettiler. İran Devrimi’nden sonra Türkiye’yi yaklaşık 1 milyon İranlının transit olarak kullandığı tahmin ediliyor, 1988 ve 1991 Irak krizlerinde gelen yüzbinlerce Iraklı Kürt kısa sürede ülkelerine geri döndü. Bosna ve Kosova krizlerinde de keza öyle. 2011 yılında Suriye’de savaşın başlamasıyla gelen ilk 250 Suriyeli için de böyle olacağı düşünüldü Türkiye “açık kapı” politikasını izlerken bu açık kapı politikasının bu kadar çok sayıda mülteciyi barındıracağı tahmin edilmedi. Krizin süresi ve boyutu hakkında doğru tahminler tutmadı.

Bir türlü gelemeyen uluslararası yardımlar ve külfet paylaşımı gerek finansal açıdan olsun gerek mültecilerin paylaşımı ya da mültecilere verilen hizmetler açısından olsun çok sınırlı olarak kaldı. Bu noktada Suriye krizinin kalıcı, ilk aşamada “misafir” olarak kabul edilen daha sonra “geçici koruma” statüsüne terfi eden “mültecilerin” de uzun vadeli kalıcı oldukları bir gerçek. 150,000 Suriyeli çocuk geçtiğimiz 4 sene içinde Türkiye’de dünyaya gelmiş. Artık “buralılar.”

Türk toplumunda entegrasyonu konuşmaya başlayacak cesareti kimse gösteremiyor. AB yükümlülüklerinden açık bir şeklide kaçarak insan hakları, demokrasi söylemlerini bir kenara bırakıyor ve pragmatik, tepkisel, kısa vadeli çözümlerle külfeti zaten yükü çekmekte olan Türkiye gibi bölge ülkelere devrediyor. Kendi içinde halen demokratikleşme, haklar temelli bir vatandaşlık anlayışı, temel hak ve özgürlüklere saygılı bir hukuk devleti olma sancılarını çeken Türkiye ise şu anda 2,3 milyon Suriyeli ve sonrasında gelecek olan düzensiz göçmenler için sağlam bir yurt olabilme sınavını veriyor. Göç, göçmen ve mülteci ülkesi olduğumuz aşikar, en azından bu gerçeği kabul ederek önümüze bakmamız gerekiyor.

* Yrd. Doç. Dr. ODTÜ