Kültürel zorbalık

Mustafa Kemal Coşkun - Dr., Yazar, Akademisyen. 

Genel itibarıyla düşünüldüğünde aynı olgular, gerçekler ya da durumlar karşısında bütün adlandırmalar eşdeğer olarak görülmelidir. Zira kedi, cat, chat, pisîk, ne derseniz deyin, sonuçta işaret ettiği nesne/durum/olgu karşısında bütün kelimeler uydurmadır, keyfî biçimde üretilmiştir ve o nesne/durum/olgu açısından düşünüldüğünde anlamsızdır. Nitekim siz kedi dediniz diye o varlık/nesne “ben bir kediyim” (ya da işte “I am a cat”, “Je suis un chat”, “Ez pisîk im”, vb) diye ortalıkta dolaşmayacağı gibi, bir zaman sonra artık “kedi” değil de “medi” demeye karar verirseniz buna da itiraz etmeyecektir. Bu, keyfî biçimde uydurulan kelimenin keyfiliğinin, o nesne/olgu/durum karşısındaki keyfiliğini gösterir, yani kedi kelimesi, kedi kavramı (düşüncedeki kedi) ya da varlık olarak o nesne karşısında keyfî olabilir olsa olsa. Tıpkı bunun gibi, “günaydın, bonjour, good morning, rojbaş” ne derseniz deyin aynı noktaya, yani bir durumu ifade etmek için uydurulmuş bir keyfiliğe işaret eder.

Ama ben eğer Türkçe konuşuyorsam, bu durumda Türkçe konuşmayan biri karşısında varlık/nesne olarak kediyi, yani kedi kavramını ısrarla kedi kelimesini kullanarak anlatmaya çalışıyor olmam, üstüne üstlük anlamadığını bile bile “bana ne canım, Türkçe öğrensin anlasın, yoksa öğretirim” diyor olmam, yukarıda anlattığımız biçimiyle bir keyfilik değildir artık. Zira bu durumda kelimenin nesne/olgu/durum karşısındaki keyfiliğinden değil, bir insanın başka bir insan ile ilgili keyfiliğinden bahsediyoruz demektir ki bunun tam karşılığı zorbalıktan başka bir şey değildir. Tıpkı peygamber efendimiz böyle diyordu/yapıyordu deyip herkesin böyle demesini/yapmasını istemek gibi. Yapmak isteyen yapar, yapmak istemeyen yapmaz elbette, ancak buradaki sorun, bir kültürel pratiğin insanlara dayatılması, üstüne üstlük bunun devlet organları/kurumları aracılığıyla yapılmasıdır ki bu, tam bir zorbalık, hatta tam bir despotluktur. 

Bu durum bize, çok uzun zamandır sadece liberal burjuva aklın değil, bazı sosyalistlerin de alkışladığı kültürel kimliklerin daha fazla ön plana çıkarılmasının, hatta insanın artık/bundan böyle kültürüyle/kimliğiyle tanımlanmasının ne kadar sorunlu olduğunu gösteriyor olsa gerek. Bir kere kültürel kimlikler ön plana çıkarıldığında, kültür/kimlik ve bunlara ilişkin nitelikler sanki insanlar arası tarihsel/toplumsal ilişkilerin bir ürünü değil de insanı aşan ve onun üzerinde yer alan bir yapıya, kendiliklerinden var olmuş ve insanlar tarafından değiştirilmesi olanaksız bağımsız birer varlığa, yani aşkın bir niteliğe büründürülmüş olur. Aklınıza gelebilecek her tür kültür/kültürel özellik insan karşısında mutlak belirleyiciliğe sahip bir konuma terfi ettirildiğinde ise yaşayan/gerçek insan bu yapı içinde kendisine yüklenen rolü oynayan bir figürana, yani bir nesneye, kültürler ise birer özneye dönüştürülür. Bu durumda insan, insan olmak için zorunlu olmayan özellikleriyle, mantık diliyle söylenecek olursa “özgülüğü” ile değil de “ilintisiyle” tanımlanıyor demektir. Elbette ki insanı insan yapan şey şu ya da bu kültüre sahip olması değil, herhangi bir kültüre sahip olmasıdır ki, bu da varolan kültürlerden herhangi biri ile insan olmak arasında hiçbir zorunlu bağ olmadığı anlamına gelir. Yani insan, şu ya da bu kültüre sahiptir ve bu kültürlerden herhangi biri insan karşısında aşkın bir özelliğe sahip olmadığı içindir ki “günaydın” kelimesi yerine “Esselamu aleyna…” demek sizi daha fazla insan yapmaz. 

Ancak buradaki tehlike şudur ki, insan bir kez kültürel nitelikleri çerçevesinde tanımlanmaya başlanmışsa, mevcut kültürlerden hiçbiri insanın insan olması için zorunlu bir koşul olmadığına göre, her biri birbirinden farklı ama hiçbiri bütün insanları temsil etmeyen bir kültürler çoğulluğu oluşacak demektir. Dolayısıyla kültürlerin/kimliklerin insanı tanımlamak için baş ölçüt olduğu böylesi bir düzende insanın bir hak/hukuk mücadelesine girebilmesi ancak bir kültürün/kimliğin fanatiği olmasıyla mümkün olabilecektir. İşte şu kelime yerine bu kelimeyi kullanın, şunun yerine bunu giyin, şunu değil bunu yiyin diyen kişi, kendi kültürünün fanatiği olmanın da ötesinde, bunu bir de devlet kurumu altında yapıyorsa despotluğun en ileri örneğini sergiliyor demektir. Çünkü tam da bu noktada bir kültürel pratik, siyasi bir parametre haline getirilmektedir. 

Bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, insanın kendi olduğu “şey” her ne ise onu en üstün değer olarak kavrayıp başkalarına da bu değeri dayatması, sadece ahlaki bütünlükten ne kadar yoksun olduğunu göstermekle kalmaz, en hafif deyimiyle bir insanlık suçudur. 

Bütün bunlara karşılık gerçekten insan özgürleşmesinden bahsedilecekse, bu durumda Marx’ın Yahudi Sorunu’nda yazdıklarına bakmakta fayda vardır: “Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden soğurup bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda türsel varlık olursa, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir”. Basitçe, insan kendi dışından verilen zorunluluklarından sıyrılmadıkça, örneğin maddi ihtiyaçlarını gidermek için her gün işe gitme zorunluluğundan kurtulmadıkça ya da kültürel kimliklerinden arınmadıkça, diyelim Hıristiyan Hıristiyanlığından, Müslüman Müslümanlığından, Protestan Protestanlığından, Alevi Aleviliğinden, Sünni Sünniliğinden, Türk Türklüğünden, Kürt Kürtlüğünden vb özgürleşmedikçe, yani insan, insan olması için zorunlu olmayan bu türden arızi/ikincil niteliklerini aşmadıkça gerçek özgürleşme olanaklı olmayacağı gibi, sürekli olarak kültürel zorbalıkla karşı karşıya kalacak demektir.   

1 Diyanet İşleri Başkanının “günaydın” yerine Arapça bir kullanım önerdiği haberlere çıkmıştı. Başkanın böyle bir şey söylemediği de haberlere yansıdı ve tekzip edildi. Belki de söylememiştir, bilemiyorum. Ancak yazının devamında görüleceği gibi konu sadece bu örnekle sınırlı değildir. Nitekim böyle bir şey söylememiş olsa bile bir kültürel geleneğin/inancın başka insanlara dayatılması da benzer bir duruma işaret eder ki gerek Diyanet İşleri Başkanının gerekse iktidar temsilcilerinin bazı ifadeleri ve pratikleri verdiğimiz örnekteki duruma oldukça uygundur. O nedenle mesele sadece dil ile ilgili değildir, kültürel pratiklerimizin bütünüyle ilgilidir.