Kulüp’ü nasıl bilirsiniz?
Günümüzde cahil yığınlar bildiklerini ekranlardan öğreniyor. Burada da, Ladino diye “yerli” bir dilin varlığıyla, Janet & Jak Esim müziğiyle ya da “Sefarad” lafıyla tanışmak, bu dizi sayesinde mümkün oldu.
SERHAT HALİS
Anadolu insanının gündelik ilişkilerde dozajı yüksek bir duygusallık içinde olduğu söylenebilir. Böylesi bir duygusallık, bilincin ve rasyonel düşüncenin körleşmesine de neden oluyor. Bu gibi durumlarda nesnel bir tanım ya da eleştiri yapmak ise tamamen imkân çeperinin dışına çıkıyor.
Kulüp dizisine dair yazılan eleştirileri okurken bunu açık şekilde bir kez daha gördüm. Sanat ya da film eleştirisi/analizi adı altında şekillenmiş bir dizi yazı, karşımıza hiç hatası olmayan mükemmel bir film çıkarıyor. Oysa film kuramcısı Rudolf Arnherm, ‘tüm filmler eksik ve kusurludur’ der. Bu, sinema dünyasında, doğruluğu konusunda şüphe etmeyeceğimiz ender cümlelerdendir. Benzer bir görüşü William Faulkner; “Asla olabileceği kadar iyi değildir bir kitap” diyerek dile getirir. Bırakalım bir filmi ya da sanat eserini, üretilmiş hiçbir şey kusursuz olamaz. Her eser şu veya bu oranda hatalı ve eksiktir.
Ancak yurdun eleştirmeni/yazarı da, yapış yapış bir duygusal ağ içinde çırpınıyor, yaşama bu ağın esaretinde bakıyor. Sevgisini de, öfkesini de, şiddetli bir tavırla gösteriyor. Bu şiddetli duygusallık içinde nesnel tespit yapamaz hale geliyor. Hal böyle olunca Kulüp dizisine dair yazılan metinler başından sonuna kadar abartılı bir övgüye, duygusal bir serenata dönüşüyor. Tabi burada Kulüp filminin, aynı yılları anlatan Hollywood filmlerine yaklaşmış olan üslubu da belirleyici oluyor. Batı aromalı eserler her zaman için bu memlekette övgüye boğuluyor.
GÖZE BATAN KLİŞELER
Kulüp şimdiye kadar Türkiye’de yapılmış en kaliteli ve gerçekçi dönem filmlerinden biri, burası çok açık. Mekanın dönüşümü gayet başarılı. Dönem dizisi olarak iyi kotarılmış bir film: Sokaklar, arabalar, kıyafetler hatta Galata Kulesi’nin dönemine uygun şekilde resmedilmesi…
Ancak yine de Türkiye’de dönem filmi dendiğinde gözü tırmalayan en kılişe edalar burada da karşımıza çıkıyor. Örneğin filmdeki kıyafetlerin hepsi gıcır gıcır. Gazino patronunun kıyafetinden bahsetmiyorum; hamaldan tutun, sokaktaki çocuğa kadar, herkesin kıyafeti bu sabah satın alınmış gibi. Kat ve ütü izleri bile duruyor adeta kıyafetlerin üzerlerinde. Kıyafetler, çekimleri yapılan bir dönem filmi için özel olarak henüz hazırlanmış olduğunu hissettiriyor.
O kadar ki, filmde, köyden günler süren yolculukla ‘kente inmiş’ olduklarını anladığımız köylülerin çorapları bile sakız gibi bembeyaz; hiç yolculuk yüzü görmemiş kadar temiz. Dönem filmlerinin ‘ben buradayım’ diye sırıtan bu hatasını, Kulüp’te bir kez daha görüyoruz.
“Köyden indim şehre”, özellikle kırsaldan kente doğru yoğun bir göçün yaşandığı 20. yüzyılın ikinci yarısını resmederken kullanılan önemli bir metafor ve Türk sinemasının vazgeçilmezidir. Detaylata girmeden söyleyelim; bunu metafor kılan şey, burdaki “inmek” fiili. Bu “inmek” ise, hemen herkesin gözünde canlanan klişe bir biçimle ifade edilir Yeşilçam’da. Ayakta çarık, paçalar çorapların içine sokuşturulmuş, elde bir bohça veya ahşap valiz ve sırtta olmazsa olmaz bir saz. İşte Anadolu köylüsünün şehre inişini çizen karikatürize bir anlatım.
Yeşilçam’ın bu değişmez figürü, çorap içine sokulmuş pantolon paçaları ve sırtında bohça ve sazıyla resmedilen “köyden indim şehre” tiplemesi, Kulüp dizisinde de gözümüzü tırmalıyor.
Tesadüfler Türk filmlerinin vazgeçilmezidir. Yeşilçam, tuhaf tesadüflerle bu alanda komik olacak kadar ileri bir örneği temsil eder. Hayatın olağan akışı içerisinde sırıtan bu tuhaf tesadüfler, aslında klasik bir Ortadoğu efektidir. Tesadüflerle örülmüş hikaye, filmle biraz da arabesk bir eda katıyor bu yüzden. Kulüp dizisinde de, daha filmin hemen başında, yıllar öncesinden bir düşmanla tesadüfi karşılaşma ile öykünün kapısı açılıyor. Tüm anlatı bu tesadüf üzerinden yeşeriyor.
BİR “DÖNEM FİLMİ” OLARAK KULÜP
Dönem dizisi yapmak zor iştir. Usta bir ekip ister. Güçlü bir dönem araştırması ister. Sadece sanat yönetmeninin ve dekorcunun değil; senaristin, yönetmenin ve oyuncunun da, dönemin haleti ruhiyesini, siyasal atmosferini ve kültürel adabını iyi bilmesi gerekir. Bunlar olmazsa dönemi yansıtmak konusunda büyük hatalar ve eksikler göze batar.
Nasıl ki; kıyafetler, binalar, teknoloji ve aksesuar döneme uygun şekilde yeniden oluşturuluyor; dil, mimik, üslup, tavır, aksan ve konuşma da dönemine uygun şekilde yeniden inşa edilmedli. Dönem filmi sadece kıyafet ve eski model arabayla oluşturulamaz. Türkiye’de ne yazık ki dönem filmleri birkaç eski arabayla kotarılıyor. Kulüp bu açıdan örnekleri arasında sanırım en başarılı film.
Ancak belirttiğimiz gibi; mekan dışında başka kurgulara da ihtiyaç var. Tam da bu noktada Kulüp’te bir eksik daha göze çarpıyor. Filmdeki Raşel karakteri, 2021 yılından döneme ışınlanmış bir “z kuşağı” profili gibi. Mimikler, konuşma, aksan, vurgular, edalar ve tepkiler, bu hafta sonu Kadıköy’de karşılaştığımız herhangi bir arkadaşımızı çağrıştırıyor. Günümüzü anlatan bir filmde “muhteşem” olarak ifade edeceğimiz oyunculuk, burada filmin aksını bozan bir şeye dönüyor. Ezcümle hikayenin geçtiği döneme ait olmayan bir üslup görüyoruz Raşel’de.
FİLM 1950’LERİ DEĞİL 1960 YILINI ANLATIYOR
Hikayenin geçtiği dönem demişken, bu konuda da ortada bir karışıklık var. Filme ilişkin yazılmış hemen her metinde dizinin 1950’leri anlattığı ifade ediliyor. Hatta bir iki metinde spesifik olarak 1955 yılı verilmiş. Muhtemelen “İstanbul’da yaşayan Gayri-Müslimler”, “Sefaradlar”, “Varlık Vergisi” falan derken, 1955 yılındaki “6-7 Eylül Pogromu”yla karıştırıldı. Ancak film, genel af gerçeğinin ve matematik biliminin hemfikir olduğu bir kavşakta, 1960 yılında geçiyor olmalı.
Şöyle ki; Varlık Vergisi Kanunu 1942 yılında çıkıyor. Aşkale’ye sürgünler ise 1943 yılında gönderiliyor. Dizide, Matilda karakterinin cezaevine girmesine neden olan olaylar silsilesinin başı, Matilda’nın babasının Aşkale’ye sürülmesi olduğuna göre; Matilda 1943 yılında hapse giriyor. 17 yıl sonra çıkarılan bir genel afla ise hapisten salınıyor. Bu da, Matilda’nın, 1960 yılında hapisten çıktığı anlamına geliyor. Bu bilgi 26 Ekim 1960’ta çıkan genel af gerçeği ile örtüşüyor. Dolayısıyla film, 1950’lerin değil, 1960 yılının İstanbul’unda geçiyor.
Ancak yine de oratada bir tuhaflık var; filmdeki atmosfer 6-7 Eylül sonrasını değil, öncesini yansıtıyor. Burada bir matematik hatası mı yapıldı yoksa başka bir şey mı var, bilemiyoruz.
Burada ilginç olan br başka noktaya değinmekte fayda var. Daha önceki bir yazımızda da belirttiğimiz gibi; günümüzde geniş cahil yığınlar bildiklerini ekranlardan, filmlerden öğreniyor. Burada da, Ladino diye “yerli” bir dilin varlığıyla, Janet&Jak Esim müziğiyle ya da “Sefarad” lafıyla tanışmak, bu dizi sayesinde mümkün oldu çok kişi için.
DUYGUSALLIK RASYONEL TAVRIN KATİLİDİR
Bu yazıda filmin içeriğine dair bir şey söylenmedi; zira henüz bitmemiş bir dizi filmden bahsediyoruz. Böylesi bir yazı, ancak filmin nihayetlenmesiyle mümkün olabilir. Dolayısıyla burada sadece, sevilerek izlenen ve bir süredir üzerine konuşulan ve yazılan bir filmin biçimine dair eleştiriler yer aldı. Muhtemelen filmi sevmiş ve duygusal refleksleri gelişmiş olanların anında kaşlarını çatacağı bir yazı oldu bu; ancak düşüncelerimizi insanların duygusal reflekslerini dikkate alarak eğip bükemeyiz. Başta da belirttiğimiz gibi yoğun duygusallık bilincin ve rasyonel tavrın katilidir. Ya da katiler duygularına yenik düşmüş insanlardır.
Çünkü bu atmosfer içinde birey ya da toplum, duygularının gölgesinde yeşeren “kötü” davranış örüntülerine ve olaylara neden olur. Sıradan bir yönlendirmeyle galeyana gelebilen ve bir anda binlerce insanı katledebilen bir katile dönüşebilir duygularına yenik insan. Bu tavrın rasyonel hiçbir yanı olamaz. Tarihimiz bu irrasyonel tavra dair envai çeşit örnekle bezenmiş bir tablo gibi. 6-7 Eylül’de komşusunu katleden binlerce insan var bu tablo içinde. Bilincin ve rasyonel düşüncenin, (içinde şiddet ve öldürme gevesinin de yer aldığı) duygulara kurban edilmesinin sonuçları bu.
Duyguların, bilincin ve rasyonel düşüncenin önüne geçtiği yerde, insani çürüme başlıyor. Bu yüzden büyük katliamları salt başına egemenlerin kışkırtmasıyla açıklamak yeterli olmuyor. İç karışıklıklar ve kışkırtmalarla binlerce insanı birbirine kırdıran bir “üst aklın” varlığı; ancak bu katliamı yapabilecek bir potansiyele sahip toplumla mümkündür. Katletme potansiyeline sahip olmasa, hiçbir kışkırtma Madımak’ta insanları yaktıramaz, Pera’da, Kurtuluş’ta komşusunu öldürtemez sıradan insana.
Bu akıl dışı vahşet olmasaydı bugün, sonbaharda dalından kopmuş hüzünlü bir yaprağın hikayesi gibi karşımızda duran Matilda’nın öyküsünü anlatan Kulüp dizisi belki de hiç çekilmemiş olacaktı…