Küreselleşmeden yerelleşmeye

NESLİN ÇAĞLAR KILINÇ

İnsanlık tarihinin, tarih öncesi dönemi göçlerine bugünden baktığımızda bu göç hareketlerinin seyrinin doğallığında geliştiğini görüyoruz. Tarih öncesi göçlerden yazının icadına uzanan dönemin belirli bir aşamasına kadar bu göç hareketlerinin kendi seyri içerisinde insan ile doğa arasında devam eden çelişkilerden kaynaklanması bu göç hareketlerinin baş belirleyeniydi. Yazının icat edilmesinden dört bin yıl önceye kadar bu göç hareketlerinin temel prensibinin değişmediğini bilimsel çalışmalar ışığında biliyoruz. Ancak tarihsiz çağlardan tarihi çağlara geçişin insana yönelik insan gelişiminin ilerleme yaklaşımına ket vurması göçün niteliğini de değiştirdi. Zamanla insanlık ilerledikçe, temel prensibin değişiminin insan ile insan arasındaki çelişkilerinin belirleyeninden vuku bulması durumu açığa çıkarak kendisine alan açtı ve bu durum gelişmeye devam etti.

İnsanın Afrika’dan dünyaya yayılım hareketinden sonra, kıstırıldığı açmaz bugün için vatandaşlık ve göçmenlik üzerinden yargılanıyor. Göçün incelenmesindeki en büyük talihsizlikse, insan hayatını ve toplumlar tarihini bir bütün olarak görememek.

Bu talihsizlik özellikle de Türkiye toplumbiliminin çok büyük bir akademik açmaz içerisinde olduğunu bize izah ediyor. Bu ‘şansızlık’ çoğu kez “coğrafya bir toplumun kaderidir” derken. Neden bir coğrafyanın ilgili toplumun ya da toplumların kaderi olduğunu sorgulayamıyor? Bir başka ifadeyle, kaç akademisyen bu koşullarda ‘coğrafyanın kader’ ile olan bağlantısını sorgulayabiliyor?

Tufan Bozkurt yeni çalışmasında bu ve benzeri soru ve sorunların derinliklerine iniyor ve insan ile doğa ve insan ile insan arasındaki çelişkilerin nitelik farklılığını ortaya koyup, göçün sınırlar ve vatandaşlık hakları üzerinden anlaşılmasının nedenlerini irdeliyor.

İnsanlık Afrika’dan çıktı çıkalı göçüyor. Kapitalist toplum da tüm sınıflı toplumlar gibi gerçekliği dolayımlarla belirterek ters yüz etmeye devam ediyor. Kapitalizmin kendisinden önceki toplumsal üretim ilişkilerinden devraldığı ama giderek bütünleştirip yok ettiği insan yaşamının sıkışma halini göç ve kimlik politikaları üzerinden inceleyen Bozkurt çalışmasında kapitalist sistemin ikiyüzlülüğünü açığa çıkarıyor ve dolayımlı kavramların en yalın ikiyüzlü gerçekliğini ortaya seriyor.

Başlıca örneklerle açıklayacak olursam; küreselleşme kavramında sloganlaşan ulus devletlerin ve ulusal sermayenin öldüğü masalını, demokrasi ve insan hakları havariliğinin arkasında yatan gerçeği ulus devlet ve ulusal sermaye özelliği ile göçmen politikalarına yaklaşımında görüyoruz. Emperyalist kapitalist sistemin alt üst ettiği dünyanın afetzedesi göçmenlerin kader yazıcıları sorumluluktan kaçmak için ulusal çıkarlarını açık ediyorlar. Bunu yaparken artık kendilerinin bile eleştirdiği modernizmin ve aydınlanmanın değerlerine sarılmaları durumu açığa çıkıyor. Buna ne kadar küreselleşme denilse bile, ilgili küreselleşmenin emek kesimlerini susturmasının ve kendi emperyal politikalarının sürdürülmesinin esas alınması kendisini gösteriyor.

Yazar’ın perspektifiyle, Berlin Duvarı’nı ayıplayıp sınır güvenliği stratejileriyle kendi duvarlarını örmeleri kapitalist sistemin arkaik dürtülerle kendisini var ettiğini gösteriyor. Burada demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramlarla küreselleşme pazarlanırken, küreselleşme mitinin yükseldiği değerlerin Yazar’ın değimiyle aslında ‘bir halkla ilişkiler aracı’ olduğu durumu açığa çıkıyor.

Bu açılımdan kitabın odaklandığı asimilasyon, entegrasyon, çokkültürcülük gibi kavramlarla Almanya ya da diğer merkezi kapitalist ülkelerin bağrında yaşayan göçmen kimliklerin yok edilme halini tanımlama daha içerikli ve mesnetli oluyor. Bu ise ayrı bir tartışmanın konusudur.