"Kürt sorunun barışçı çözümü" konu-sunda atılması gereken adımları tartışm

"Kürt sorunun barışçı çözümü" konu-sunda atılması gereken adımları tartışmaya başladığımız günlerde hedef olduğumuz "milliyetçi" saldırıların dayandığı ana fikir, "Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır; onun da çözümü bellidir..." cümlesiyle özetlenebilirdi.

Kendilerini "ulusalcı sol" olarak tanımlayan siyaset çevrelerinden, su katılmamış ülkücülere, Demirel meşrebinden gelen Batı yanlısı liberal (!) siyasetçilerden, ortanın solundakilere kadar geniş bir kesiminin görüşünü üç aşağı beş yukarı temsil eden bu ana fikrin ve onun varyantlarının denenmiş-likten gelen bir tarihsel tutarlılığı da vardı.

Şiddeti şiddetle ezmeye dayalı bu yaklaşım tarzı, geçen 20 yıl boyunca Türkiye'nin hemen her iline, ilçesine, köyüne gönderilen şehit cenazelerinin yol açtığı öfke ve intikam duygularıyla beslenen büyük bir kitle tabanına da sahip oldu.

Osmanlı'dan devralınan, Cumhuriyet döneminde daha da geliştirilerek, ilk öldürücü darbenin arkasından uzun süreli, yarı askeri bölgesel sıkı rejim (OHAL) uygulamaları ile pekiştirilen bu "ezme ve yıldırma" yöntemi uzunca bir süre Kürt kökenli etnik başkaldırıları sindirmeye yetiyor ya da yettiği zannediliyordu.

Bugün hâlâ meseleyi "antiterör savaş" sınırları içinde ele alan ve iyi organize olmuş şiddet salvoları ile Kürt sorununun bitirileceğine inananlar çok. O kesimin temsilcileriyle yüzyüze gelip soğukkanlılıkla tartışma olanağı bulunmadığı için, "Peki kardeşim, yıllardan beri devlet zaten bunu yapıyor, zaman zaman görece sükûnet de sağlanıyor ama kalıcı olmuyor. Daha fazla ne yapılsın istiyorsunuz? Bir türlü asimile olmayan, kültürel haklarını sonuna kadar kullanmak, parlamentoya girmek, yerel yönetimlere güçleri oranında hâkim olmak isteyen ve belki şimdiden öngöremediğimiz başka şeyler de isteyecek olan bu milyonlarca insanı siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye soramıyorsunuz.

Bugüne kadar net olarak sahiplenilmese de, bu kesimin aklından geçenleri az çok biliyoruz: Silahlı eylemleri şiddetle bastırdıktan sonra, Batı'ya yerleşmiş Kürtleri de göçe zorlamak. Gerçekten de organize linç girişimleri, Kürt kökenli yurttaşlara iş vermeme, bölgeye sokmama çabaları böyle bir niyetin ön hazırlıkları olarak değerlendirilebilir.

Avni Özgürel, Radikal'de üç haftadır devam eden "Tuzağın Eşiğinde Türkiye" başlıklı yazı dizisinin 16 Ağustos tarihinde yayınlanan sonuncusunda, bu müthiş projenin adını açıklıyor: "Tehcir". Özgürel'e göre;

"Önümüzde iki seçenek var: ilki, gönüllü ya da gönülsüz 'bu kistik unsurdan kurtulalım' demek. Yani Güneydoğu'dan vazgeçmek...! Bunu istiyorsak tartışacak bir şey yok. Bazıları Güneydoğusu ayrılmış bir Türkiye'de milli gelirin otomatik olarak artacağı kanısıyla savunuyor bunu. Tabii öyle bir kararın beraberinde ikinci bir tehcir projesi(ni) de içerdiğini ekleyerek... Bilmeliyiz ki bugünkü anlayış ve siyasi aculluk devam ettiği takdirde 10 yıl sonra ABD-Barza-ni-Talabani eliyle tahakkuk edecek sonuç budur... Amerika'nın ciddiye alınabilir hemen bütün yayınlarında(ki) haritalara bakın, oluşacak yapıyı görürsünüz... Dolayısıyla, ağlasak, sızlasak, öfke, kurşun yağdırsak, akıbet değişmez... Bölge PKK'ya mı kalır, hayır; ona da kalmaz, Barzani-Talabani ikilisine kalır."

"Yok, biz vatanımızdan fedakârlık yapmayız, diyorsak; o takdirde ikinci seçenek şu: Güneydoğu'ya bünyede ama 'ur'muş gibi bakamayacağımızı, verdiğimiz onca şehidin acısıyla dağlanmış olsa da, yüreğimize taş basıp, bölgenin sosyal, ekonomik ve siyasal olarak Türkiye'ye entegrasyonunu sağlayacak her tedbiri almamız gerektiğini kabul etmeliyiz..."

"Hemen ifade edeyim; kanımca Türkiye hadiseye sadece terör ya da şiddetin önünü kesmek diye bakarsa, tarihi bir hata yapmış olur. Olayın terör boyutu yanında, ekonomik, sosyal, siyasal, psikolojik cephelerini kapsamayan bir çözüm arayışı bizi içinden çıkılmaz bir labirente iter... O nedenle, yapılacakların bütün halinde düşünülmesi gerekir... [...] Kanımca, çözüm arayışında ilk radikal adım, Öcalan'la varılacak kapsamlı bir mutabakattır. Bu mutabakatın bir ayağı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na tartışmasız saygı taahhüdüne mukabil, Kürt asıllı vatandaşlara bireysel, kültürel haklarının tamamının eksiksiz şekilde sağlanacağı taahhüdüdür. Diğer ayağı ise, şiddet eylemlerinin son bulması, örgüt safla-rındakilerin Türkiye'ye dönmesinin sağlanmasıdır..."

Özgürel önerilerini bunlarla da sınırlamıyor: "Terör suçlarını kapsayacak bir genel af", Öcalan için tecrit dışında bir infaz sistemi, ülke seçim barajının düşürülmesi gibi daha birçok adımının atılması gerektiğini de vurguluyor.

Kimileri için hayalci ve uçuk, kimileri için "vatan hainliği" sayılabilecek bu önerilerin sahibi, herkesin bildiği gibi, özbeöz milliyetçiliğinden kuşku duyulmayan, derin enformasyon kaynaklarına ulaşabildiği bilinen deneyimli bir gazeteci.

Yazısında, söylediklerinin olabilirliğini kanıtlarcasına, "MİT müsteşarı gidip (Öcalan'la) görüştüğüne daha önce de çeşitli düzeylerde temaslar yapıldığına göre, gereken zemin oluşturulabilir...." diye eklemeyi de ihmal etmiyor.

Bu arada Özgürel'in yazısının yayınlanmasından birkaç gün önce (9 Ağustos), avukatlarıyla görüşen Öcalan'ın günlük basına yansıyan şu ifadelerini de anımsamak gerekiyor: "Yeter artık, bu kanı durdurabiliriz. PKK üzerinde ne kadar etkin olduğumu bilmiyorum ama beni dinleyeceklerini tahmin ediyorum. Devlet ile hükümetin samimi yaklaşımından sonra biz de üstümüze düşeni yaparız. Ateşkes çağrısı yaparım, çatışmalar durur..." [...] Ben Kürtçü değilim, bir Kürt ulus devletinin çözüm olacağına inanmıyorum. Böyle bir devlet kurup başına geç deseler kabul etmem, çünkü bu benim felsefeme, dünya görüşüme aykırıdır. Çözümün Türkiye sınırları içinde demokratik birlikle olacağını defalarca söyledim." (12 Ağustos 2006, Birgün).

Öyle görünüyor ki, zaman ve koşullar en inatçı kafalara bile eninde sonunda gerçeği belletiyor ama bedeli ağır oluyor. Unutmayalım ki, bu bedel birsinin aştı mı en aklî çözüm bile çözüm olmaktan çıkar. Etnik düşmanlık, kin ve intikam duyguları bir noktaya gelir, halkların gözünü, aklını kör eder. Ondan sonra ne yapsanız boş...