Göçmen toplulukları yeni ülkelerine kendi mücadele deneyimlerini de taşırlar. Bu deneyimler yeni ülkelerindeki parlamento dışı muhalefetin yanı sıra sol/sosyalist partiler tarafından harmanlandığında kapitalist sisteme karşı güçlü bir hareket yaratılabilir.

Kurumsal ırkçılık ve mücadele

Zafer TAŞKIN - Araştırmacı, yazar

Irkçılık kavramını tarihsel bağından koparıp izah etmeye çalışmak eksik olur. Irkçılık kavramı ona atfedilen politik misyonda anlam bulur. Kavramının ortaya çıkışını, onun toplumsal tarihsel koşullarıyla birlikte ekonomik, ideolojik, politik ve kültüreller gelişimiyle değerlendirildiğinde üstlendiği rol daha iyi anlaşılır.

Amerika’da Ku-Klux-Klanın doğuşu ve üstlendiği misyon, İngilizlerin Afrika’daki Apartheid rejiminin rolü ve Almanya’da antisemitizmin tarihsel boyutu bize toplumsal mücadeleler açısından eşsiz deneyimler sunmaktadır. Irkçılık kurumsal olarak, 17, 18, 19. ve 20. yüzyıldaki Avrupa sömürgeciliğin gelişimi sürecinde şekillenen antropolojide karşımıza çıkar.  Sömürgelerdeki halklar için "ilkel insanların" incelenmesi olarak gündeme gelmiş, “gelişmeyen geri kültür, bizden olmayan öteki“ vb. çalışmalarıyla Avrupa’da egemen ulus kültürünün oluşumunu belirlemiştir.

Bu kısa anımsatmalardan hareketle, 2. Dünya savaşından sonra Batı Avrupa ve Almanya gibi göç alan sanayi toplumlarında ırkçılık kavramının aldığı yeni boyut üzerinde duracağız. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, ırkçılığın, bireysel tepkilerden kaynaklı yanlış algılamayla sınırlı olmadığı, onun yapısal ve kurumsal olarak üstlendiği rolün kavranmasıdır. Irkçılığa maruz kalan bireyler ya da grup üyeleri de, ırkçılığın göçmenlerin davranışlarına, kültürel yaşamlarına dayalı doğal tepki olduğuyla sınırlamak yada göçmenlere karşı uygulanan ırkçı-faşist saldırıları Alman toplumunun belli bir kesiminin sorumluluğu olduğu algısını yaratan yanlış ve tehlikeli bir anlayıştan soyutlamak gerekiyor. Irk kavramı, egemen sınıflar tarafından ulus devletin oluşum süreçlerinde kendinden olmayanı “öteki”yi farklı ve ”alt kültür“ olarak tanımlamak için atfedilen üretken bir fark olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin beyazlar, siyahlar, kara kafalılar vs. Bu türlerin, antropolojik, değişmez farklar taşıdığı, “ötekine, kendinden olmayana, yabancıya“ ihtiyaç duyulduğu kadar, önyargıların canlı tutulması içinde korku, güvenlik, denetim ve kontrole dayalı söylemler ağı örülerek ırklaştırma ideolojisi egemen devlet içinde önemli yer tutmaktadır.

ALMANYA VE GÖÇ

İkinci Emperyalist paylaşım savaşı sonrası ekonomisi yerle bir olan, bütün altyapısı yıkılmış Almanya, müttefik devletler tarafından birtakım antlaşmalar ile yeniden kalkındırma planlarını devreye aldı. Amerika, 2. Dünya savaşından sonra Marschall yardımıyla Alman ekonomisini 1950‘lerde tekrar gelişim sürecine girmesini sağladı. Bu süreç sanayi işçisine ihtiyacı da açığa çıkardı. Portekiz, İtalya, İspanya, Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelerle ikili göç anlaşması imzalandı.

Almayanın farklı toplum ve kültürlerden ikili anlaşmalar çerçevesinde getireceği “misafir işçilerle“ nasıl bir ilişki geliştireceği elbette önemliydi? Bu sorunun yanıtı “misafir işçi“ istihdam programlarının temelinde saklıdır. İstihdam programların karakteristik özelliği, Alman yurttaşları ile yabancı işçi arasındaki yasal ayrımda kendisini ifade eder. “Misafir“ işçilerin gelecekte yurttaşlık haklarına sahip olacakları, yeni toplumda kalıcı olma ihtimali dahi düşünülmüyordu. Oysa Almanların bu alandaki deneyleri tecrübeyle sabittir. 1800 yıllarda Polonya’dan Ruhr havzasına, Çekoslavakya’dan Bavyera eyaletlerine gelen işçilerin önemli bir bölümü ülkelerine geri dönmedi. Buradan kaynaklı tecrübelerden de hareketle yabancı işçilerin yaşam alanlarını kontrol altına alan yasal düzenlemeleri “Yabancılar Yasası“ adı altında yeniden düzenlediler.

Bu ayrımcı ve ırkçı yasa temelde Prusya krallığının kan bağı esasına dayalı 1913’teki Alman yurttaşlık yasasına dayalıydı. Bu yasa Hitler tarafından yeniden yapılandırıldı. Bildiğiniz gibi, yurttaşlık yasaları insanların sosyal güvenlik hakkı, iş ve ikamet haklarını düzenlemekle sınırlı kalmaz, aynı zamanda ulusa aidiyet bağının yanı sıra seçme seçilme hakkını da belirleyen temel bilinci de yurttaşlarına empoze eder. Bu açıdan, yabancı işçi istihdam programları ırk kavramına açık bir vurgu yapmasa da, “yeni, misafir” ile nasıl ilişkilendirileceğine dair stratejik ve de bir politik hat belirliyordu. Alman devletinin öngörüsüne göre yabancı işçiler geçici konuklardı. 2 yıl çalışıp gideceklerdi.

Yahudi soykırımıyla tarihe geçmiş bir toplumun ırksal ayrımcılığı geride bıraktığı inanılan “ırksal ve faşizan“ ayrımcılık, göçmen işçi figürü üzerinden kapitalist toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendiriliyordu. Bu yasal düzenlemenin sonuçlarına ileride göçmenler dahi dünya kamuoyu yaşayarak tanık olacaktı.

FORD GREVİ

68 hareketinin uluslararası etkileri göçmen işçiler içinde de önemli dönüşümler yaratacaktı. Göçmen işçiler maruz kaldıkları adaletsiz tutuma karşı çalıştıkları iş koşullarında hak, adalet ve ekonomik talepler için yerli-yabancı işçi ayrımı yapmaksızın başlattıkları tarihte Ford grevi olarak yerini alacak olan direniş derslerle doludur. O süreçte kimlik siyaseti üzerinden yaratılan ayrıştırmacı-ırkçı gerici yaklaşım, emekçi kesimleri arasındaki etkileşimi engellemek te hedefine ulaşmıştı. Ön yargı ve ötekileştirme üzerinden yapılan ayrımcı tarz kısa sürede etki göstermeye başladı. Dönemin Başbakanı Will Brand: “misafir işçi, misafir olduğunu bilecek” açıklamalarıyla had bildirecekti. Springer Medya Grubuna bağlı Bild Gazetesi, göçmen işçilerin çalışma koşullarından kaynaklı zorlu şartlara karşı başlattıkları direnişi hedef göstererek, Alman işçilerin polis eşliğinde direnişteki göçmen işçilere saldırılarını manşetlerine gururla taşımaktan geri durmayacaklardı. Direnişe önderlik eden göçmen işçiler yaka paça yurt dışı edilirken, göçmen topluluklar kendi siyasal süreçlerini de yarattı. İçinden geldikleri toplumun siyasal akımlarını yeni toplumlarında ikame ettiler. Devletin uyguladığı yasal düzenlemeler göçmenleri gettolara sokarken, onları sosyal ve politik alanlarda kendi yaşam alanlarını da tanımlayan örgütlenmelere götürdü. 

1980’lerin ortalarına doğru göçmen toplumunun politik örgütlerinin yeterli olmasa da parlamento dışı muhalif Alman örgütleriyle kurdukları ilişkiler, resmi politik partilerin (CDU/CSU/FDP) popüler söylemlerine karşı göçmen toplumunun akademik demokratik haklarını daha gür seslendirmeye başladı. Bu süreç gündelik yaşantıdaki değişimlerin bir yansıması olarak, “misafir işçi” tanımına karşı yeni bir bakış açısını doğurdu. Şöyle ki uyum, Alman partilerinin göçmenler hakkında özelde Türkiyeli toplum üzerinden sürdürdükleri entegrasyon tartışmaları yerini “çok kültürlülük“ tartışmalarıyla yeni gündem oluşturuyordu.

Göçmenlerin Alman yurttaşı olmalarının önüne geçmek isteyen CDU/CSU hükümeti ve onun küçük ortağı FDP, göçmenlerin kendi gelenek ve dillerini korudukları için, Alman yurttaşı olamayacakları tezini savunuyordu. Etnisite ve kültür tartışmaları meşrulaştırılarak ırk kavramının yerine geçiriliyor ve insanlar arasındaki uyuşmaz farklar gündeme geliyordu.

Kültürün ırksallaşması ve yeni-ırkçılığın, ırka doğrudan atıf yapılmadan göçmenlerin, mültecilerin, siyahların, Romenlerin vs. eşit haklar taleplerinin reddini meşrulaştırılıyordu.

1990‘larda iki Almanya’nın birleşmesi Almanya‘da milliyetçiliği arttırırken, göç ve ırkçılık ekseninde de yeni gelişmeler gündeme geldi. Yugoslavya‘nın dağılması Türkiye‘den Kürt bölgelerindeki yoğun çatışmalar ve köylerin boşaltılması neticesinde Avrupa’ya özelde Almanya ya yine ciddi bir göçün önünü açmıştı. 92’lerden sonra başlayan yeni göç dalgasına karşı  CDU/CSU ve FDP’nin söylemleri giderek göçmen topluluklarına karşı saldırgan bir hal alıyordu. Yerel yönetim seçimlerin kapıda olduğu bir süreçte “geminin artık dolduğunu ve hatta taştığını“ , her krizli dönemde olduğu gibi burjuva basın yayın organları aracılığıyla gündemde tutarak topluma korku tohumu saçmaktan geri durmuyorlardı. Bu tartışmaların paralelinde Hoyerswerda, Rostok-Lichtenhagen, Mannheim-Schönau, Möln, Solingen gibi Almanya’nın başka birçok yerinde ırkçı-faşistler tarafından göçmenlere karşı kundaklamalar, saldırılar yaşanıyordu.

2000‘de SPD/Yeşiller koalisyonu yeni vatandaşlık yasasını yürürlüğe koydu, 2004‘de göç ve 2006‘da ayrımcılık karşıtı yasaların çıkması göçmenlerin sosyal hak taleplerinde önemli aşamalardır. Sosyal hak ve Vatandaşlık yasasında yapılan nispi demokratik değişimler kapitalizme ve onun bünyesinde barındırdığı ırkçılığa karşı verilen mücadele ile birlikte düşünüldüğünde anlam kazanır.

IRKÇILIK-KAPİTALİZM

Göç ve Göçmenlik insanlık tarihi kadar eskidir. Doğada yaşamlarını sürdürebilmek, yeniye olan ilgi ve alakanın yanı sıra, doğal afetler karşısındaki çaresizlikte insanları mecburi göçe teşvik etmiştir. Kapitalist devletler sermayenin ihtiyacı gereği uluslararası göçü, sanayi toplumunun ekonomik ihtiyacı gereği teşvik eder. Bu ihtiyaç kalifiyeli çalışan karşısında yabancı işçinin düşük ücretli ve statüsüz işgücünü sömürerek, hakim sermaye sınıfı, göçmen işçiler ile yerli işçi sınıfı arasında etnik kökene dayalı bir alt-sınıf yaratarak, işçi sınıfında bölünme yaratarak ucuz işgücü ihtiyacını sürdürür.

Krizi yönetme stratejisi olarak yerine göre ırkçılığı, kültürel farklılığı kullanır. Geri gönderilebilir yabancı işçilerden oluşan yedek ordusunun varlığı ve işçi sınıfının bölünmesi devlet tarafından uygulanan ayrımcılığı yukarda bahsi geçen Ford Grevinde olduğu gibi daha etkili hale getirir.

Devletin yukardan aşağıya kurumları aracılığıyla tanımladığı göç ve ona bağlı sistem analizi, alt sınıf oluşumu ve göçmenlerin hak gasplarının mümkün olabildiği algısını da yaratmaktadır.

2000 yılında vatandaşlık yasasında yapılan reform, yerli ve yabancılar arasında hukuki ayrımcılığı asgari düzeye indirgese de ırkçılığın ortadan kalktığını söylemek mümkün değil. Göçmen topluluklarının Almanlara kıyasla işsizlik ve geliri düşük işlere teşvik edildikleri bilinmektedir. Kısacası gelişen sürecin özellikle 11 Eylül 2001 de ABD’deki ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra yeni boyut alarak geliştiğidir. Kültür ve Kimlik savaşları nerdeyse gezegenimizi belirler konuma getirildi. 

Mülteci ve göçmenlere -yani öteki kimliklere- yönelik kurum ve kuruluşlar aracılığıyla normalleştirilen nefret ve ayrımcı söylem karşısında güçlü bir duruş gösterilmediği takdirde, bu ırkçı faşizan söylem her geçen gün meşruluk kazanacak. Göçmen topluluğunun egemen tolum karşısındaki ezikliği, içe kapalılığı hem ırkçı faşizan yapılara olduğu gibi içinden geldikleri ülkelerin dinci, gerici yapılarının yanı sıra devletlerini de beslemektedirler.

Buna karşı örgütlü bir mücadele kaçınılmazdır. Göçmen toplulukları göç ettikleri yeni ülkelerine kendi tecrübe ve mücadele deneylerini de taşımaktadırlar. Bu engin mücadele deneyleri yeni ülkelerindeki parlamento dışı muhalefetin yanı sıra Sol/Sosyalist  Partiler tarafından yeni sentezle harmanlandığında kapitalist sisteme karşı güçlü bir muhalefet hareketini yaratmak kaçınılmaz kılacaktır. Irkçılık karşıtı mücadeleyi eşit haklar mücadelesiyle sınırlı tutmak, kanımızca eksik bir yaklaşımdır. Yaşadığımız alanlarda ortak mücadeleyi örgütlemek, içinden geldiğimiz toplumsal yapıların ilerici devrimci güçleriyle dayanışmayı ortak örgütlemenin yanı sıra, içinde yasadığımız toplumda da devrimci demokratik mücadeleyi örgütlemek sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Irkçılığa ve faşizme karşı mücadele evrenseldir.