Latin Amerika solunun dünü ve yarını
Manolo De Los Santos &Gisela Cernadas
15. yüzyıldan beri Latin Amerika’nın tarihi, sömürgeciliğin ve köle ticaretinin tarihidir. 19. yüzyılda ABD Başkanı James Monroe bütün Amerikaların ABD’nin etki alanının içinde olduğunu ilan ettiğinden beri Latin Amerika’ya dönük ABD stratejisi hiç değişmedi: bölgenin bütünlüklü siyasal ve askeri kontrolü ve doğal kaynaklarının ekonomik yağması. ABD’nin Meksika’dan ilhak ettiği Teksas, California, Nevada, Utah, Batı Colorado, Arizona ve New Mexico eyaletleri bugün hâlâ kendi topraklarında, Virgin Adaları ile Porto Riko ise Amerikan sömürgesi olarak kalmaya devam ediyor. Ocak ayında Biden Latin Amerika’nın ABD’nin “arka bahçesi değil ön bahçesi” olduğunu söyledi ki bu ABD siyasal eliti etrafında Latin Amerika’nın durumuna ilişkin en büyük görüş ayrılığıdır.
Eski bir şakayı hatırlatmak istiyorum: Neden hiç Washington’da askeri darbe olmaz? Çünkü orada Amerikan elçiliği yoktur. Bu şakanın herhalde Latin Amerika kadar gerçekçi olduğu başka bir yer yoktur. Meksika daha 1846’da Monroe Doktrini’nin kurbanı olmuştur. O günden bu yana Amerikan ordusu Latin Amerika ve Karayiplerde yüzden fazla müdahale, işgal ve darbede bulundu. CIA, 1970’lerde bölgedeki sol ve bağımsız çizgideki hükümetleri devirmek için birçok askeri darbe düzenledi. Kondor Operasyonu adı verilen gizli program çerçevesinde CIA askeri diktatörlerle solcu militanların ezilmesi ve komünizmin yükselişinin engellenmesi için birlikte çalıştı.
1964’te Amerikan destekli bir darbe ile Brezilya’da İşçi Partisi’nden devlet başkanı olan Joao Goulart devrilerek 20 yıl boyunca ülke askeri diktatörlükle yönetildi. 1973’te Nixon ve Kissinger Pinochet’in Şili’de darbe yapmasını sağladı. Darbenin sonucunda devlet başkanı Allende başkanlık sarayında öldürüldü, 38 bin destekçisi tutuklandı ve bunların dört bini idam edildi. Darbenin ardından neoliberal ekonomi ülkeye uygulandı. Paraguay, Bolivya, Uruguay ve diğer birçok ülke de yine Amerikan destekli sağcı darbeler yaşadı.
1980’lerde ABD neoliberal politikalarını Washington Konsensusu ile bir adım daha ileriye taşıdı. Latin Amerika ülkeleri bu konsensus ile 70’ler ve 80’lerde büyük borçlar almaya zorlandı, IMF ve Dünya Bankası bu borçların karşılığı olarak kamu yararına politikaları kesen, kamu işletmelerini özelleştiren işletme ve sermaye piyasalarını denetimsizleştiren, finans ve ticareti tamamen liberalleştiren bir dizi politikayı bu ülkelere mecbur kıldı. Neoliberal reformların ve Washington konsensusunun sonucu olarak Latin Amerika’da 50 milyondan fazla insan 1970 ve 1995 sonrasında yoksullaştı, yoksulluk oranı yüzde 35’den yüzde 45’e çıktı. Bu dönemde dış borçlar 67 milyar dolardan 208 milyar dolara çıktı, bu borcun yüzde 60’ı kamunundu. Borçların gayri safi yurtiçi hasılaya oranı yüzde 3’ten 8,5’e çıkarak ülkelerde ekonomik gelişme imkânını boğdu. Endüstriyel yapılaşmanın yok edilmesi ve bütünsel özelleştirmeler bugün hâlâ bu ülkeleri gelişmemişlik seviyesinde ve borçlu halde tutmaya devam ediyor.
1999 yılında Hugo Chavez’in Venezuela devlet başkanı olması ile birlikte Latin Amerika’da ilerici bir dalga başladı. Bu dalga Latin Amerika halkının neoliberalizm ve Amerikan hegemonyasına karşı gösterdiği reaksiyon ile büyüdü. On yıldan kısa sürede Brezilya, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Nikaragua, Ekvador, El Salvador ve Paraguay’da ilerici ve solcu partiler iktidara geldi. Latin Amerika tarihinde ilk kez, birçok halkçı rejim seçimle iktidara geldi. Chavez “Bolivarcı Devrimi” savundu, bu yolda Amerika için Bolivarcı Birlik (ALBA) kuruldu, Latin Amerika’nın yapısal birliği için yeni bir süreç başladı. Ardından peşi sıra bölgesel çok yanlı örgütlenmeler kurulmaya başlandı; Güney Amerika milletleri birliği (UNSASIR) ve Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu (CELAC) kuruldu, Brezilya BRICS zirvesinin toplanmasını sağladı.
ABD’nin bu ilerici dalgaya cevabı, ekonomik ambargolar, darbe teşvikleri ve hibrit savaşları ile dolu bir karşı devrim süreci oldu. Amerikan müdahalelerinin yeni dönemi, Latin Amerika’nın halkçı rejimlerini ve ilerici partilerini geriletti. 2012’de Paraguay Devlet Başkanı Fernando Lugo bir “anayasal darbe” ile görevinden alındı, 2013’te CIA Venezuela’da sokaklarda kontrgerilla saldırıları organize etti ve Chavez’in şüpheli ölümünde parmağı olduğu iddia edildi. 2016’da Brezilya devlet Başkanı Roussef ve aynı partinin eski Devlet Başkanı Lula birtakım yolsuzluk suçlamalarıyla itham edilerek siyaset yasağı aldılar (Bu suçlamaların uydurma olduğu sonradan kanıtlandı). 2019’da ABD’nin önderliğindeki Amerikan Devletleri Örgütü Bolivya seçimlerinin hileli olduğunu iddia etti, bu iddia Devlet Başkanı Morales’in istifasını getiren bir askeri darbeye sebep oldu.
ABD Latin Amerika ülkelerine karşı her duruma karşı farklı bir hibrit savaş taktiği uyguladı. Venezuela’da ilerici düşünde ve bölgesel etkiye sahip bir lidere karşı kullanılan taktik basit ve vahşiceydi: Uzatılmış ekonomik ambargolarla ekonomiyi çökertmek, SWIFT sisteminden çıkararak standart uluslararası ticaret yapmasını engellemek, ülkenin altın ve döviz rezervlerini dondurmak ve el koymak.
Latin Amerika’nın en büyük ekonomisi ve jeopolitik açıdan kilit ülkesi olan Latin Amerika’da ABD, Başkan Roussef’in görevden alınmasını içeren daha kapsamlı bir operasyon uyguladı. Eski başkan Lula da aynı kaderden kaçamadı, tutuklandı ve iki yıl boyunca hapis yattı. Davasının savcısı Sergio Moro ardından kurulan Bolsonaro hükümetinde adalet bakanlığı ile ödüllendirildi. Brezilya Yüksek Mahkemesi Lula’yı suçsuz bulana kadar dava sürdü.
Arjantin’de eski Başkan Mauricio Macri’nin neoliberal yönetimi ülkeyi on milyarlarca dolarlık IMF borçlarıyla bıraktı, bugün dahi ülke bu borçlarla uğraşıyor. Brezilya’ya benzer şekilde Macri iktidar olduktan sonra ilerici liderler teker teker tutuklanmaya başladı. Eski Devlet Başkanı Cristina Kirchner 10’dan fazla suç ile yargılandı, bakanları ve iktidar ortakları yolsuzluk, yasadışı örgüt ve diğer suçlarla yargılandı. Tüm bu insanlar Amerikan sponsorluğundaki hukuk aygıtının kurbanı oldular ve hepsi de kendi yargıları tarafından nihayetinde suçsuz bulundu.
Latin Amerika’da şimdi halkçı hükümetlerin ikinci dalgası inşa oluyor. Bu dalga 2018’de Meksika’da Lopez Obrador’un seçilmesiyle başladı. Obrador iktidarında hem bir dizi toplumsal reform uyguladı hem de Meksika’nın lityum endüstrisini kamulaştırarak lityumun bulunması, çıkarılması ve kullanımı yetkisini tamamen devlete verdi. 2019’da Kirchnerci ve Peroncu partilerin kurduğu Frente de Todos (Halk Cephesi) koalisyonu Arjantin’de seçimleri kazandı, Alberto Fernandez devlet başkanı, Cristina Kirchner başkan yardımcısı seçildi. 2020’de, Sosyalizme Doğru Hareketi (MAS) Bolivya’da, geçmişte Başkan Morales’in ekonomi bakanlığını yapan Luis Acre’nin seçilmesiyle yeniden iktidara geldi. 2021’de Peru’da Pedro Castillo ve Şili’de Gabriel Boric ülkelerinde devlet başkanı seçildi. Geçen yıl ayrıca solcu Kurtuluş ve Yeniden Kuruluş Partisinin adayı Ziaomara Castro, Honduras’ın devlet başkanı oldu.
20 yıl öncesinin solcu iktidarlar dalgasının aksine, bugünün jeopolitik iklimi, sessiz ve etkili bir değişimden geçiyor. Amerikan imparatorluğu geriliyor. Amerikan ordusu daha yeni Afganistan’dan çekilmek zorunda kalsa da Amerikan elitleri hâlâ cahilce imparatorluğun hem Rusya hem Çin ile uğraşabileceğini, Ukrayna’da vekâlet savaşına müdahale ederken, Çin’i Tayvan üzerinden provoke edebileceğini, Rusya’ya bir dizi ambargo uygularken Çin ile gerilimi yükseltebileceğini, tüm bunları yaparken de hala “ön bahçesinde” asayişi sağlayabileceğine inanıyor.
Her ne kadar Latin Amerika’da sol yükselişte olsa da bu zaferin yaklaşmakta olduğunu göstermiyor. Bugünün seçilmiş hükümetlerinin karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasi gerçeklik 1999’dan çok daha korkutucu. İktidarların önündeki görevler dehşet verici. Aynı zamanda, Washington da Küba ve Venezuela’yı istikrarsızlaştırmanın Latin Amerika’nın gerisini istikrarsızlaştırmada kilit rol oynadığının farkında, bu yüzden de hibrit savaşları ve sponsorluğunu yaptıkları yargı aygıtını, bu ülkeleri altüst etmek için kullanmaya devam edecekler.
Latin Amerika’daki ilerici solun emperyalizmi reddi, bağımsızlık yolunu ve işçi sınıfının neoliberalizme karşı sesini güçlendirmeyi gerektiriyor. Fakat sosyalizmin inşası zaman alıyor ve uluslararası dayanışmayı gerektiriyor. Ayrıca, halkı temsil eden siyasi parti ve hareketler seçimlerin ardından sadece kendi ülkelerinin gelişimi için değil aynı zamanda Amerikan müdahaleciliğine karşı da mücadele edecekler. İleriye dönük baktığımızda, Latin Amerika sosyalizme sakin dalgalarla gitmeyecek, engebeli, sarp bir süreç bekliyor.
Çeviren: Göksu Cengiz
Mronline.org sitesinden alınan bu yazı, yayına uygun hale getirilmek için kısaltılarak çevrilmiştir.