Ulaşılmaz sevdalarla erken tanıştım. Çocuktum. Henüz okuma yazmayı yeni söken ben, omuzlarına çıkıp kiraz ağaçlarının dallarına uzandığım bir üniversiteliye umutsuzca....

Ulaşılmaz sevdalarla erken tanıştım. Çocuktum. Henüz okuma yazmayı yeni söken ben, omuzlarına çıkıp kiraz ağaçlarının dallarına uzandığım bir üniversiteliye umutsuzca sevdalıydım.

O da bir başkasına…

Yatağının başucunda, kitaplarının hemen üzerindeki silik, gri fotoğraftaki kıza…

Gizemli adını aklıma kazıdığım o esmer yüze, o ışıltılı gözlere, o aydınlık gülümsemeye…

Leyla Halid’e...

Peki ya Leyla Halid? O kime ve neye aşıktı?

Leyla Halid bağımsızlığa âşıktı; dinlerin doğduğu kutsal topraklarda doğmuş; yoksulluğun, köksüzlüğün, göçlerin ve direnişin zorlu yüzüyle çok küçükken tanışmıştı.

Henüz 25 yaşındayken bir TWA uçağını kaçırarak Şam’a indiren ve tutuklu arkadaşlarını rehinelerle takas ederek kurtaran böylece Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin sesini dünyaya duyuran bir cesur yürekti…

Tüm dünyada kadının öfkesinin, direncinin ve başkaldırının simgesiydi.  Dinin kadını çok gerilere ittiği bir coğrafyada, cesaretle, direnişle kendini erkeklere eşitleyen bir dişi kartaldı.

Aralarına katılabilmek için cesaretini kanıtlaması gerektiğini söyleyen dava arkadaşlarına, pimi çekilmiş bir el bombasıyla bir hücrede sabahlayarak yanıt veren; alyansında bir kalaşnikof kurşunu taşıyan ve sürgün edildiği memleketini çok özleyen bir bağımsızlık savaşçısıydı.

Leyla Halid işte bunlara sevdalıydı ve dünyanın dört köşesinden direnişin; insan olmanın temeli olduğunu bilen yüz binlerce kadın ve erkek de O’na...

Çağ “gerçek” kahramanların çağıydı…

Ve biz karşılıksız aşkların son kuşağıydık…

Başkaları için kendimizden vazgeçmenin büyülü tadını almıştık bir kez.

Yaklaştıkça bizden uzaklaşan, ürkek bir hayalin peşine düşmüştük.

Belki de çılgındık.

Belki de sadece çok saf...

Belki de O’na ulaşabilmeye değil, O’nun yolunda acı çekme fikrini sevmiştik.

Küçük masalara, büyük sofralar kurardık. Saatlerce konuşurduk da sevdiğimize dair bir tek sözcük edemezdik. Platonik sevdaların gölgesinde buruk şarkılar söylerdik. En çok Joan Baez eşlik ederdi bize ‘Donna Donna’yla. Plaklarımız vardı ya o zamanlar; yağmur çisiltisini andıran bir sesle başlardı parçalar. İşte tam o anda birinin hıçkırdığını duyuverirdik. Sonra bütün masa paramparça olurduk.

Biz, o erkeklerin Leyla Halid’i sevme biçimini sevdik.

Biz, bizde Leyla Halid’i gören erkekleri sevdik.

Bu yüzden inanılmaz geliyor şimdilerde modern zamanların sanal kahramanlarına sevdalananlar.

Ve sevdalarını, davaları gibi yaşamış bir kuşak bu yüzden vazgeçiyor âşık olmaktan…

Bazıları bir daha asla öylesi yaşanmaz diyor…

Bazıları ise sadece daha fazla kırılmak, örselenmek istemiyor…

Ve bir defter daha böylece kapanıyor dostlar...

Geçen hafta yeniden toplandık uzun bir aradan sonra…

Konumuz sevgililer günü geyikleriydi. Bir zamanlar hiç sevmemiş, sevilmemiş gibi, o platonik sevdaların  kuyularına düşmemiş gibi davrandık. “cool”duk anlayacağınız.  CD’den Metallica dinledik. “Nothing else matters”…

Kimse de ağlamadı. Zaten artık ‘hiçbir şey sorun değildi’…

Yitip gitmiş gençliklerimiz dışında…

Ne diyelim?..

Sevdalı günlerimiz olsun.