Bizler, onların anılarıyla, daha güzel ve daha yiğit biçimde hayata devam edeceğiz. Başka yolumuz yok. Bu yangın yerinde insan kalarak yaşayacağız. Unutmayacağız onları. Sivas’ı da unutmayacağız.

Livaneli penceresinden Sivas Katliamı
Metin Altıok.

Zafer KÖSE

1980’lerin sonları. Livaneli, haftaya Yunanistan’a gideceğini, buluşmayı bir iki hafta ertelemek zorunda olduklarını söyledikten sonra telefonu kapayıp eşine dönüyor, “Ataol” diye açıklıyor, görüştüğü kişiyi. “Metin de İstanbul’daymış. Üçümüz bir araya gelelim diye aramış.”

BİR YANGIN YERİ HİKÂYESİ

Zülfü Livaneli, Ataol Behramoğlu ve Metin Altıok; ilk gençlik yıllarında dünyaya aynı duyarlıkla bakan ve geçim dertleri içinde yaşayan bu üç insanın yolları kesişmiş, dost olmuşlardı. Bağlantıları hiç kopmadı, ne var ki, bir türlü üçü aynı anda görüşemedi. Bazen Ataol’la, bazen de Metin’le buluştu, Zülfü. Bazen de bu iki dostunun buluştuklarını duyuyordu, kulakları çınlıyordu.

2 Temmuz 1993. Livaneli, gazetedeki odasında, çalan telefona bakmak için, yazdığı köşe yazısına ara veriyor. Gelen haber kötü! Telaşla kalkıp televizyonu açıyor. Sivas yanıyor! Memleketin ortasında, ülkenin önemli aydınlarının ve sanatçılarının kaldığı otelden alevler yükseliyor. Binlerce kişilik yobaz güruhu, şehvetle büyütüyor ateşi. İnanamıyor Livaneli! Birazdan bitecek bu saçmalık, diye düşünüyor.

O gün aslında Metin Altıok ve Ataol Behramoğlu ile buluşacaklardı ama Metin’in Sivas’taki Pir Sultan Şenlikleri’ne katılacak olmasından dolayı buluşmayı bir hafta ertelemişlerdi. İşte Metin şimdi orada, alevlerin yükseldiği Madımak Oteli’nde.

Dakikalar, saatler geçtikçe Livaneli’nin şaşkınlığı artıyor. Maraş’ta, Çorum’da, 6-7 Eylül İstanbul’unda yaşananlar memleketin hafızasında o kadar canlı ki! İçinde bir dehşet büyüyor. Yoksa güvenlik güçleri seyirci mi kalacak? Otuz kişilik bir hak arama gösterisine yüz kişilik bir yüzsüzlükle saldıran devlet güçleri, Anadolu vicdanının, beyninin, ruhunun yakılmasını daha ne kadar izleyecek?

Dört yüz yıldır çalınıp söylenen türküler tutuşuyor, kalem tutan eller kurban ediliyor dinciliğe. Pir Sultanlar yanıyor. Bu memleket, bir daha bugünü yaşamamış gibi olamayacak!

Sonunda, bu yangın yerinden Metin ağır yaralı olarak çıkıyor. Ancak altı gün yaşayabiliyor. Metin’le bir daha görüşemeyecekler. Eski günleri konuşamayacaklar. Yeni şiirlerini okuyamayacaklar. Üç arkadaş oturup rakı içemeyecek.

YANGIN YERİNDE BULUŞMAK

1996, Yangın Yeri albümü… Albüme adını veren şarkıda, üç eski arkadaş buluşuyor.

Toplanır ölü arkadaşlar
Her biri bir yerden gelerek 
 

Kiminin boynunda ilmeği
Kimi kanını silerek

Metin’in bir sözünün anıldığı ve Ataol’un yazdığı şiiri, Zülfü besteliyor.

Kucaklıyor beni Metin Altıok
Aldırma diyor gülerek

Yaşamak görevdir yangın yerinde
Yaşamak insan kalarak

DÜŞMANA BENZEMEDEN

Üç gençlik arkadaşı, konser meydanlarından yükselen bu şarkıyla, diğer dostlarına da selam gönderiyorlar. Bu ezgi, onların anılarıyla dolaşacak memlekette. Uğur Mumcu, camı çatlamış bir çerçevenin ardından hep öyle dirençle, sevgiyle bakacak. İlhan Erdost da hep gülümseyecek öyle esmer. Nurhak’ta vurulup düşen Sinan’ın yüzünde, asla bir pişmanlık görülmeyecek. Berkin’in kaşları artık çatılmayacak, Ethem’in dostluğu hiç eksilmeyecek. Ve diğerleri, memleketini sevdiği için, dünyayı sevdiği için, güzellikten yana olduğu için hayatları yakılan dostlar…

Ve bizler, onların anılarıyla, daha güzel ve daha yiğit biçimde hayata devam edeceğiz. Başka yolumuz yok. Bu yangın yerinde insan kalarak yaşayacağız. Unutmayacağız onları. Sivas’ı da unutmayacağız.

 Şarkıyı dinlemek için okutunuz: 

Spot: Bütün toplumsal suçlar, her türlü hırsızlıklar, katillikler halkın vicdanında yargılanmalı. Hukuksal, tarihsel, kültürel, çeşitli yollarla bunların hesabı sorulmalı. İntikam değil meselemiz, böyle suçların işlenmeyeceği güzel bir dünya istiyoruz. Bunun için mücadele etmek Metin’e borcumuzdur.


Söyleşi: Zafer KÖSE

Yukarıdaki yazının ışığında Zülfü Livaneli ile Sivas Katliamı’nın 30. yıldönümü üzerine konuştuk.

Yangın Yeri albümünüz 27 yıl önce yayınlanmıştı. Sivas Katliamı üzerinden 30 yıl geçti. O günlerde henüz doğmamış olan insanlar bile Yangın Yeri şarkısını söylüyor, dinliyor; Sivas’ta kaybettiğimiz canları anıyor, yürekleri yanıyor. Besteci için büyük onur elbette, ama herhalde hüzün verici yönü daha fazladır.

Yüreğimden koparırcasına ürettiğim çalışmalarımın böylesine sahiplenilmesinden ve toplumsal hafızamıza katılmış olmasından elbette onur duyuyorum.

Doğrusu, en “kişisel” içerikli çalışmalarımın bile bazıları bana acı verir. Üretirken de, sonraki yıllar boyunca da acı duyarım. Duvarlar şarkımda dediğim gibi, “Ne böyle zulüm olsun ne de böyle şarkılar.”

Tek bir dostumun hayatını kurtarma karşılığında, tek bir çocuğun, tek bir devrimcinin, yoksulluktan intihar eden bir insanın, şiddete kurban giden bir tek kadının hayatını kurtarmak karşılığında, bütün şarkılarımı feda ederdim. Keşke böyle bir seçeneğim olsa. Elimden gelse…

Her şeye rağmen, bunca yıl sonra bakıyoruz da, o kültür şehitlerimizin değerleri yaşıyor. Onların dizeleri, müzikleri, kişilik özellikleri varlığını sürdürüyor. İçimizi titretmeye devam ediyorlar.

Ne var ki, o dinci anlayış, o şiddet kültürü de yaygın biçimde etkisini sürdürüyor.

Cumhurbaşkanı Demirel, “Devlet güçleri ile halk karşı karşıya getirilmemeli” demişti. O günkü başbakan Tansu Çiller’di, o da “halka bir zarar gelmemiştir” gibi bir açıklama yapmıştı.

Demirel ve Çiller’in “halk” dediği, oteli yakan yobazlar; “devlet güçleri” dedikleri ise, hak arama eylemlerinde tüm silahlı güçleriyle halka saldıranlar!

Sadece kültürümüzdeki güzellikler değil, bunlar da tarihte yer alıyor. Almalı, kayıtlara geçmeli. O günlerde kim ne yazdı, nasıl tavır aldı, sen öyle bir çalışma yapıp yayınlamıştın. Bu çok önemli.

Notlarıma bakıyorum…

Ertuğrul Özkök, “Hükümetin İlk Değerlendirmesi” başlıklı yazısında, “Aziz Nesin’in hassasiyet yaratan, tahrike varan sözleri…” gibi düşünceler dile getiriyor. Yaşanlardan, “… bu katliamı gerçekleştirenler kadar, buna psikolojik zemin hazırlayan insanlar da sorumlu tutulacaktır. Bu, elinde benzinle otel lobisini yakan için de geçerlidir, ne yazık ki, Aziz Nesin için de...” 

Bir başka not:

 Cengiz Çandar’ın 4 Temmuz 1993’te Sabah’taki yazısından: “Olayların tetiği, Aziz Nesin’in provokasyonuyla çekiliyor ve …” 

Sadece bir örnek daha verip geçeyim; Tercüman gazetesinin 5 Temmuz 1993 günkü başyazısı: “Aziz Nesin yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur?” 

O arşiv tarama çalışmasında beni şaşırtan, liberal veya demokrat kimlikle medyada kendilerine yer bulmuş yazarlar olmuştu. Dinci, zaten adı üzerinde, dinci; faşist de öyle; onlardan insana yakışan bir tavır beklemenin anlamı yok. Yobaz çevrelerdeki Aziz Nesin düşmanlığı tamam da, laik-demokrat kimlikli bazı yazarlardaki nefret dolu söylemlerin açıklaması ne olabilir?

Aziz Nesin, toplumun yozlaşması konusunda pek bir şey yapılamayacağını düşünen, bu uğurda konforunu ve pozisyonunu riske atmak istemeyen, sistemle uyumlu yaşamak için kendilerine mazeretler üreten aydınların karşısında her zaman rahatsız edici bir örnek oldu. Onların mazeretlerini, sözlerini, hep çürüttü.

Kendilerini rahata alıştırma, ucuz yoldan aydın olma sevdasındaki birçok kişi, 2 Temmuz katliamından sonra Aziz Nesin’in değil de, kendi tutumunun daha doğru olduğunu anlatma telaşına kapıldılar. Esas dertleri belki de bunu kendilerine kanıtlamak istemeleriydi. Bir faciayı bile, varlığıyla kendilerinin rahatını bozan bir aydına saldırma fırsatı olarak kullandılar.

Zülfü Livaneli

Katliam üzerine yazdığınız yazılardan biri “Pir Sultan’ın Dördüncü Ölümü” başlığını taşıyordu.

Bunun Pir Sultan’a değil, bize yapılan bir kötülük olduğuna dikkat çekmek istemiştim. Çünkü o 16. yüzyıldan şöyle sesleniyor:

Ben Musa’yım sen Firavun

İkrarsız şeytan-ı lain

Üçüncü ölmem bu hain

Pir Sultan ölür dirilir.

Hangi kesimden olursa olsun her Sivaslı için onur kaynağı olmalıdır, Pir Sultan Abdal. Aklı başında Sivaslılar birleşip büyük bir Pir Sultan heykeli dikmeli diye anlatmıştım.

İşin içinde bir de sanat düşmanlığı var elbette. Hâlâ devam eden, sanata yaklaşım sorunu…

Yobazlar sanata zaten düşmandır. Ne var ki, çağdaş görünümlü epeyce büyük bir kesim de sanatın ne olduğunu anlamış değil. Özellikle müziği, sadece bir eğlence aracı olarak görüyorlar. Göbek atmak, tepinircesine dansa benzer hareketler yapmak… Bu nedenle, bir felaket veya şehit haberi gelince “böyle günlerde müzik olmaz” diye söylenip dururlar.

Her zaman söylerim, sanat yapıtının niteliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri, hayata dair olmasıdır. E, hayatın da birçok yönü var. Aşk var, ayrılık var, ölüm, direniş, kavga, cinsellik, sevinç, hasret… Sanat elbette bunların hepsiyle ilgilidir. Nasıl ki düğünlerde oyun havaları çalınırsa, cenazelere, barikatlara, acılı günlere de uygun şarkılarımız var.

Öyle olmasaydı “Yangın Yeri” diye bir şarkımız da olmazdı. Diğer en güzel şarkılarımız, şiirlerimiz, romanlarımız, sığınacak limanlarımız olmazdı, hayat çekilmezdi.

O acının hiç yaşanmamış olmasını isterdim elbette. Ama madem yaşandı, kalıcı hale gelmesi daha doğru. Asla unutamayız. Unutturmamalıyız.

Bütün toplumsal suçlar, her türlü hırsızlıklar, katillikler halkın vicdanında yargılanmalı. Hukuksal, tarihsel, kültürel, çeşitli yollarla bunların hesabı sorulmalı. İntikam değil meselemiz, böyle suçların işlenmeyeceği güzel bir dünya istiyoruz. Bunun için mücadele etmek Metin’e borcumuzdur. Kaybettiğimiz dostlarımıza sözümüzdür.