İstanbul özelinde bugüne kadar ilan edilen riskli alanlara bakıldığında neredeyse tamamı zemini problemli veya yapı stokunun kötü durumda olduğu alanlar ile örtüşmemekte. Tam aksine, riskli alan olarak ilan edilen bölgelerin çoğunun kent merkezine yakın, ulaşım ağları güçlü ve rantı yüksek alanlar olduğunu görmekteyiz.

“Makul” ekolün barınma faturası

Özgürgün Gürbüz - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi

Yaşamın sürdürülebilirliğinde temel bir işlev gören barınma ihtiyacının, Türkiye’de günümüzün en problemli toplumsal meselelerinden biri haline gelmesindeki en önemli etkenin izlenen kentleşme politikaları olduğunu görüyoruz. Bu kentleşme politikaları; sadece barınma sorununu değil -içinden kentleşmeyi alıp cebine koyarak- kente dair her türlü sorunu yarattığı inşaat hükümdarlığına göbeğinden bağlamaya çalışan AKP’nin iktisadi politikalarını da besleyen bir kaynağa dönüşmüş durumda. 20 yıldır gerek kent çeperlerindeki tarım, orman, mera vb alanlarda arsa geliştirme amacıyla, gerek de 6306 sayılı kentsel dönüşüm kanunu kapsamında yasanın bütün araçlarını kârı maksimize etmek amacıyla kullanarak gerçekleştirilen projeler, hükümetin hem “projecilik” propagandasıyla kitlesini dengede tutmasını/genişletmesini, hem de maksimize ettiği kârı kendisine yakın sermaye gruplarına dağıtabilmesini sağladı.

Konut, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de neoliberalizm etkisiyle kârlılık odaklı inşaat sektörünün en gözde ürünü(!) olmuş durumda. Ancak Türkiye’nin bu meselede de ayrıştığı bazı hususlar olduğunu söylemek mümkün. Son 3-4 yıllık süreçte yaşanan ekonomik bunalım inşaat sektörüne hançer gibi saplanmış olsa da; sosyal konut, nitelikli konut, rezidans ve kentsel dönüşüm projeleri gibi konut kullanımına odaklı uygulama projeleri inşaat sektöründe kilit bir rolde. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi küçük, orta ve büyük ölçekli sermaye aktörlerinin aynı anda sektör içerisinde bir yer bulabilmesi.
İstanbul’da bir mahalle arasında yerel bir yüklenici eliyle yapı bazlı bir dönüşüm projesini, Başakşehir, Pendik vb çeper bölgelerde 200-300 birimden oluşan orta ölçekli bir toplu konut projesini ve Maltepe’de TOKİ’nin ihale ettiği 1.000 konutluk bir projeyi aynı anda görebiliyoruz. Pastasından pay dağıtma konusunda bu kadar cömert bir sektör. Söylenen rakamlara göre ülke genelinde yaklaşık her 200 kişiye 1 yüklenici düşmesi de bu cömertliği destekler nitelikte. Ancak maliyet kalemlerinin büyük ölçüde döviz endeksli olduğunu göz önünde bulunduracak olursak faaliyet alanının her geçen gün daralmakta olduğunu ifade edebiliriz. 

Kentlerin geleceğine dair oldukça kritik görevi olan bir sektör hakkında yukarıda siyasetsiz ve konforlu bir pozisyondan kısaca yapılan tespitleri veya daha da detaylılarını aktarmak mümkün. Ancak yazının girişindeki cümleyi tamamen yok sayarak, konutun bir ticari ürün gibi ele alındığı; kamu, özel sektör ve hatta toplum tarafından bile bir yatırım aracı olarak kabul edildiği bir ortamda, mevcut yaklaşımlarla barınma kavramını irdelemek ve bu mesele hakkında çözüm önerileri sunmak akılcı veya samimi değil. Konut, ev, daire vs mevcut durumda günümüz ekonomik ilişkilerine bir girdi olan, üretilen, alınan, satılan, kâr edilen, haczedilen bir ürün haline gelmiş vaziyette. Cümlede dediğimiz gibi, yaşamın en temel gerekliliklerinden barınma ihtiyacını karşılama işlevi bulunan konut yapısının bu seviyede ticari eylemlerin parçası olması, halihazırda şahit olduğumuz kentsel dönüşüm adı altında işlenen kent suçlarının da, tarım ve mera alanlarının imara açılmasının da, depremde karşılaştığımız kahredici tablonun da en önemli nedenlerinden bir tanesidir. Çünkü devlet üzerinde zuhur eden neoliberal yaklaşım; mevcut yasal düzenlemelerle birlikte gerek ilgili idari kurumlara verdiği güçlü müdahale araçlarıyla, gerek de yüklenici firmalar için yarattığı fırsatlarla, konut politikalarına dair bütün hassasiyetini(!) kârlılık ve gerekirse bu kârlılığı zaptederek elde edebileceği uygulamalar özelinde göstermektedir. İmar planı hazırlığından temel atılmasına, işçilik maliyetlerinden yapı denetimine konut yapısının ortaya çıkmasındaki her süreçte yüklenici kârı güdülen bir ekolde; konuta erişim de, konutun afetlere karşı güvenliği de bir problem olarak yer almaya devam edecektir.

Türkiye’nin konut politikaları konusunda İzmit depremini bir milat olarak kabul edecek olursak, 2001 yılında yürürlüğe giren 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun’u ve 2002 yılında -ANAP döneminde atılan temellerin üzerine inşa edilecek olan neoliberal kentleşme politikalarının uygulayıcısı olan- AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte ele alabiliriz. Bir yanda devletin önüne çıkabileceği her alandan çekilmesini görev edinmiş bir ideoloji, diğer yanda ise bu ideolojinin söz konusu politikalar çerçevesinde korkulu rüyası olabilecek ve üstelik yasal düzenlemeler aracılığıyla ortaya çıkmış bir “denetim” mekanizması… Tabii ki neoliberalizmin ülkede baş göstermesi dönemin ve yakın geçmişinin siyasi atmosferinden bağımsız salt AKP’ye yüklenemeyeceği için, bu korkulu(!) rüya gerçekleşmemiş, yasa, denetimi tamamen özel sektörün eline bırakacak şekilde yürürlüğe girmiştir. 2018 yılında yapılan değişikliğe kadar da yasada geçen, bakanlıkça yetkilendirilen Yapı Denetim Firmalarından hangisinin denetimi yapacağı yüklenicilerin tercihine bırakılmıştır.

Bu bilgiyi aklımızda tutarak 2012 yılında yürürlüğe giren 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile artık mevzuattaki tanımıyla birlikte yer alan riskli alanlara, bu alanların belirlenme ve dönüşüm yöntemlerine dönelim. Yasa kısaca kapsamında gerçekleştirilecek dönüşüm projelerine ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına; imar planlarının yapımı, projelerin hazırlanması, hak sahibi görüşmeleri sonucu 2/3 çoğunluk sağlandıktan sonra projelerin uygulanması, hatta 6/A maddesi ile kolluk kuvvetleri tarafından gerekirse kilitli kapıların kırılarak tahliyesine ve yapıların yıkımına kadar geniş yetkiler vermekte. Riskli alanın tanımı yasada “Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Cumhurbaşkanınca kararlaştırılan alan” şeklinde ifade ediliyor. Ancak son günlerde de iktidar partisi siyasilerinin, meslek odalarının hükümet tarafından gerçekleştirilmek istenen kentsel dönüşüm projelerine ket vurduğuna yönelik söylemleri üzerine gündeme gelen bir mesele daha karşımıza çıkıyor.
İstanbul özelinde bugüne kadar ilan edilen -hangi jeolojik-jeoteknik etüt çalışmalarına veya bilimsel gerekçelere istinaden ilan edildiğini bilmediğimiz- riskli alanlara bakıldığında neredeyse tamamı zemini problemli veya yapı stokunun kötü durumda olduğu alanlar ile örtüşmemekte. Tam aksine, riskli alan olarak ilan edilen bölgelerin çoğunun kent merkezine yakın, ulaşım ağları güçlü ve rantı yüksek alanlar olduğunu görmekteyiz.

Kentsel dönüşüm projelerinde uygulanan bu yöntemleri, yapı denetiminin kâr odaklı çalışan firmalara teslim edilmesini ve temel olarak “konut sektörü”nü aynı bağlamda ele aldığımızda karşımıza sadece tek bir tablo ortaya çıkıyor. Yalnızca yüklenici kârına odaklanmış bu sistemde: 

• İmar planlarında yerleşilecek alanların bilimsel yöntemler çerçevesinde ele alınmaması, 

• Konutun sadece bir yatırım aracı olarak görülmesi ve kamunun konut meselesine dair attığı her adımda -mevcut ekonomik koşullar nedeniyle maliyetlerin de artmasıyla birlikte- kendi piyasa dinamikleri çerçevesinde fiyat açısından erişilebilirliğinin imkânsızlaşması, 

• Yapı denetiminin şeffaf ve güvenilir olmayan sistemi,

• Mevcut kentsel dönüşüm mevzuatının ve anlayışının adil olmayan uygulamalara alan açması,

insanların sağlıklı, adil kentlerde ve erişilebilir, güvenli konutlarda yaşaması önünde bir engel olarak durmaktadır. Meslek odaları olarak kente dair adil, bilimsel ve hukuki olmayan bu tarz her uygulamayı görmeye, söylemeye ve bunlarla mücadele etmeye gerek sahada gerek de elimizdeki bütün hukuki araçlarla devam edeceğiz. Tıpkı İstanbul’un en önemli noktalarından birinde yer alan ve aynı zamanda bir afet toplanma alanı olan Gezi Parkı’nın, bilime, planlama ilkelerine ve hukuka aykırı bir şekilde AVM’ye dönüştürülmesine karşı mücadele verdiği için cezaevlerinde tutsak edilen Tayfun Kahraman, Mücella Yapıcı ve Can Atalay’ın yaptığı gibi. 

Diliyoruz ki verilen bu mücadeleler bir gün amacına ulaşacak, yol arkadaşlarımıza kavuşacak ve bilimin, tekniğin, hukukun gerekliliklerini yerine getiren bir anlayışla kentlerimizi ve yaşamlarımızı hep birlikte yeniden inşa edeceğiz.