Osmanlı’nın dış borçlar aracılığıyla mali tutsaklık içine

Osmanlı’nın dış borçlar aracılığıyla mali tutsaklık içine sokulması için 20 yıllık bir süreç yeterli olmuştu.

Devamı biliniyor...

1920-50 dönemi, bağımlılık ilişkilerinde bir kopuşu ve iç dinamiklerin uzun zamandır ilk kez ülke siyasetinde belirleyici rolünü simgeledi.

1950’de iktidar olan Demokrat Parti’nin mali moratorium (borçlarını ödeyememe durumu) ilan etmesi için 8 yıl yeterli oldu. Ülkenin altın ve döviz rezervleri kısa süre içinde mirasyedi mantığıyla tüketilmişti.

Lord Curzon’ın ruhu ülkenin üzerinde gezinmeye başlamıştı. Emperyalizmin bu durumdan şikayetçi olduğu söylenebilir mi?

1960’larda, süreci olumlu anlamda etkileyen dönüşümler oldu;

Sola açık demokratik bir anayasal rejime ve planlı kalkınma modeline geçiş bu dönüşümün en belirleyici ögeleri oldu.

1971 Darbesi bu sürece bir fren koymayı denedi, başaramadı. 1970’lere iki olay daha damgasını vurdu. 1974 Kıbrıs çıkartması, büyük güçlerin asla kabul etmek istemeyecekleri bir yeni durumdu.

 Türkiye, emperyalizmin tam kontrolünden çıkma ve bir bölgesel güç olma işaretleri veriyordu. Bu bir dönüm noktası oldu. Askeri ambargolardan daha ağır darbe, 1978’de Dördüncü Planın finansmanına katkının reddedilmesi ve ülkenin 24 Ocak Kararlarına zorlanmasıydı.

 Siyasi istikrarı bozucu kışkırtmalar onyılın sonlarında hız kazandı.

 1980’de IMF/DB patentli 24 Ocak Kararları uygulamaya sokuldu;

 Ancak, toplumsal dengeleri bozan ve toplumun geniş kesiminden sermaye sınıfına gelir transferlerini öngören bu program, ancak manu militari (askeri yöntemlerle) uygulanabilirdi.

 Gereği yapıldı. Solu ezmek için din kullanı ldığı gibi dinci siyasetlerin de önü açıldı. Bu oyunun tehlikesinin ayırdına 1990’larda varılabilecekti.

 Ancak henüz 1980’lerin ortasında, "nur topu" gibi bir PKK hareketi de Türkiye’nin gündemine yerleşiverdi.

 Türkiye’ye dönük yeni mali bağımlılık, depolitizasyon ve destabilizasyon politikaları özgürce uygulanmakta ve herhalde "bizim oğlanlar"ı alkışlayanlarca takdir görmekteydi.

 1984’te Özal Hükümetleriyle başlatılan "vergi alma borç al" politikalarıyla içine düşülen mali tutsaklık 20 yıl sonrasında bile bir çözüme kavuşturulabilmiş değil.

 1994, 1998/99 ve 2000/2001 krizlerinden sonra bugün dahi yeni kriz beklentileri aşılabilmiş değil.

 Türkiye 1999’da bir cari açık krizi yaşamadığı halde IMF ile bir programa itildi. Döviz kurunu çıpa olarak kullanan bu desenşasyon programının çok geçmeden bir cari açık krizine sürükleyeceği konunun uzmanı herkesçe bekleniyordu. (BSB-İktisat Grubu üyelerinin yazıp çizdiklerine, hatta IMF Birinci Başkan Yardımcısının Ocak 2001’de yayımlanan makalesine bakılabilir).

 Peki bu program bile bile neden uygulanmıştı?

 2001 sonrasında Türkiye’yi daha ağır koşullara razı eden devam senaryoları için mi? Galiba siyasi komploların nerelere uzanabileceğ ini anlamak için, 57. Hükümetin devrilme biçimini görmek gerekecekti. Dış güçlerin her dediğini yapan bir hükümet, ABD’nin Irak müdahalesi öncesinde gene de kuşkulu bir müttefik olarak görülüyordu.

 AKP, kendi özel gündemini uygulayabilmek için dış ittifaklar arayan bir siyaset oyuncusu olarak biçilmiş kaftandı.

 Ama buna rağmen AKP’nin 1 Mart tezkeresiyle ABD’nin yanında Irak savaşına katılma niyeti hüsrana uğrayacaktı. Bu durumda, Türkiye’de muhalefetin yapısını yeniden biçimlendirme teşebbüsleri de emperyalizmin öncelikleri arasına girmeye başladı.

 Sonuç: 1) Osmanlı yönetici sınıfının teslimiyetçi genetik mirası bugünkü Türkiye’de yeniden filizlenmiştir.

 Sevr’i bir ucundan yeniden gündeme taşımayı öngören ayrılıkçı siyasi projeleri hoşgörüyle karşılayanların çoğalması, kaygı vericidir.

 Sonuç: 2) Türkiye’nin iç siyasal istikrarını tehdit eden IMF/DB güdümlü iktisat/maliye politikalarına karşı çıkılmadan, sağ liberallerle kolkola girilerek "girişimlerde" bulunmak, havanda su dövmektir.

 Daha kötüsü ise, mali bağımlılığı siyasi bağımlılığa dönüştürmek isteyenlere mevzi kazandırmaktır.

 Aydın, zamanının tanığı, vicdanı ve aydınlanma meşalesidir. Karanlık güçlere alet olmamak bunun birinci ilkesidir.