Yanılmıyorsam TRT – 2 ‘de idi. Eski su değirmenlerini konu edinen bir programdan söz ediyorum. Suyun o olağanüstü dinlendire...

Yanılmıyorsam TRT – 2 ‘de idi. Eski su değirmenlerini konu edinen bir programdan söz ediyorum. Suyun o olağanüstü dinlendiren sesi ile değirmen taşının gıcırtısının o kadar uyumlu bir ses düzeni oluşturacağını insan aklı almaz. Görmek, dinlemek gerekir. Artık o sesi dinlemenin de koşulları ortadan kalktı desem yalan olmaz. Ancak kıyıda köşede kalanları televizyon ekranlarından izleyebilmek mümkün.  Onlar artık birer belgesel objesi haline geldi.
Tıpkı değirmenler gibi mahalle çeşmeleri de tarih oldu. Özellikle büyük kentlerde ilaç için bir tane bulana aşk olsun. Oysa çocukluğumuzun kaldırım taşı döşeli, taşların arasında otların bittiği sokaklarında yer alan sokak çeşmesinden  oyun arası ağzımızı dayayıp kana kana su içmek ne büyük zevk, ne bulunmaz güzellikti. Şimdi ise pet şişelere hapsedilmiş suyu bir avuç para vererek edinebiliyoruz ancak. Ve ne yazık ki biz Ankaralılar artık Ilgaz yada Kızılcahamam ormanlarında bile o temiz soğuk suyu bulamaz olduk. Zira kapitalizm dağ başındaki suyu da metalaştırmış durumda. En doğal hakkımız olan su artık Orhan Veli’nin dediği gibi bedava değil. Yakında havada öyle olacak gibi. Mahalli seçimlere birkaç hafta kalmışken görülen, neredeyse tüm belediyelerde piyasacı anlayış hâkim olduğu gerçeği. Mücavir alanlarında ne bulurlarsa satmaktalar. Bu gidişe dur demenin tam zamanı şimdi.
Küresel kapitalizm yıkım politikalarını meşru hali getirmek ve insanları ikna etmek için her yola baş vuruyor. Bu ay içerisinde İstanbul’da yapılacak olan 5.Dünya Su Forumu da kapitalizmin bu anlayışı çerçevesinde gerçekleştirilecek olan etkinliklerden biri. Dünya ölçeğinde milyonlarca insan temiz suya hasretken ve suya ulaşım en temel insan hakkı iken bu hakkı gasp eden, metalaştıran kapitalizme karşı mücadele bir kez daha önem kazanmakta. Dolayısıyla bu ay İstanbul başta olmak üzere ülkenin ve dünyanın her noktası birer eylem alanı olmak durumundadır. Suya düşen cemre gibi İstanbul’u ve İstanbulluyu ısıtmak  zamanıdır. 
•••
Şu TRT- 2 ve TRT-Int programları aslında benim gibi televizyona uzak izleyicileri çeken programlar. O programlardan biri de “Memlekette Birkaç Gün” . Yurt dışında yaşayan yurttaşlarımızın Türkiyeli olmayan bir arkadaşı ile doğduğu topraklara ziyaretini konu alan bir program. Rizeli, Hataylı, Beypazarlı gelip yıllardır görmediği topraklarını görüyor, kültür ve coğrafyasını bir kez daha içine çekiyor bu programda. Ben de aslında sıklıkla gördüğüm bu yerleri bir kez daha görünce sanki yıllardır gitmemiş, görmemiş gibi o tatla izliyorum.
Seksenli yılların sonuna doğru işim gereği yoğun olarak Anadolu’nun hemen hemen her yerini gezdim. Hani karış karış derler ya işte öyle. Kentlerden çok kırlarını arşınladım deyim yerindeyse. Az önce su değirmenlerinden söz edince Kastamonu’nun Araç yolu üzerinde yanılmıyorsam Kıyık Köyü yakınlarında eski bir su değirmeni vardı. Adını şimdi anımsayamadığım yaşlı bir köylü işletiyordu değirmeni. Hiç evlenmemiş olan bu aköylü dede ile hoş sohbetlerimiz olmuştu. Değirmen kapısının önünde üstünde un tozları ile gelir oturur , eline dört şişini alır ve yün çorap örerek tatlı sohbetlere dalardı. Karadeniz’in bu yöresinde, Bartın, Kastamonu çevresinde erkeklerin yün çorap örmesi alışıldık bir olaydır. Kadınların bu yörede tarlada, bahçede, pazarda dolayısıyla ekonomide söz sahibi oldukları bilinen bir durumdu. Bizim iki metreye ulaşan boyu, kara sakalları ile Bitlis’li kürt’ümüz Topoğraf Barış’ı peştemalli köylü ninenin nasıl kovaladığı hep gözümün önündedir.
Köyün muhtarına gidip “Muhtar şu bahçenin sahibini bize buluver de şu aplikasyon işini çözelim” dediğimizde muhtarın bize sorunu yine  bahçedeki o nine ile çözebileceğimizi zira bahçede söz sahibi olanın o olduğunu söylemesi bu durumun bir kanıtı idi. Tarlada, bahçede çalışan kadın kaldırdığı üç beş sebze ve yaptığı yoğurt ile peyniri de Bartın’ın meşhur ‘ Garılaaa Pazaı’nda’ bizzat kendisi satmakta idi. Akşama evine dönüşte şekerini, tuzunu alırken kocasına bir küçük şişe rakı almayı da ihmal etmediğine çok tanık olmuştum.
Bu yörede hal böyle iken yukarıda sözünü ettiğim televizyon programlarında da dikkatimi çeken bir şey yaşlı kadınların hep ocak başında tarhana, reçel, pekmez vs yaparken diğer kadın ve erkeklerin etrafında hizmet için koşturmalarıdır. Murathan Mungan’ın “yaşlılık erkektir” saptaması bu gibi durumlarda aklıma gelir hep. “Kadın yaşlanırken erkekleşmektedir. Yaşla birlikte cinselliğinden arındığı, artık bir arzu nesnesi olmaktan çıktığı için, kadınlığın gizil bir tehlike olarak görülen kötücül enerjisinden uzaklaştığı düşünülerek ona yeni bir kimlik verilir”der M.Mungan. Özetler; “kadın olduğu halde” değil , “artık kadın olmadığı için” sözü dinlenir.
Gerçektende Anadolu’nun Kybele’si, Japonların Ana ata ve koruyucu ateş tanrıçası Fuji, ve Romalıların ocağın bekçisi ateşin besleyicisi Vesta günümüzde artık tamamen mit olarak kalmıştır. Erkek egemen toplumda saygı duyulurken bile kadın erkekleştirilmektedir.
8 Mart’a doğru bir kez daha bu gerçeğin değiştirileceği, toplumsal cinsiyette eşitliğin sağlanacağı günlerin umuduyla tüm kadınlara sevgiler, esenlikler diliyorum.