O topraklarda gördüğümüz kötülükleri hiçbir efsanede hiçbir söylencede duyamayız. Evet ben de biliyorum dünya kurulduğundan beri birçok acıyı yaşamış insan evladı. Ancak bu kadar acının ortasında, 21. yüzyılda insanın iktidar uğruna insanlara yaşattıklarını bu gözler görmemeliydi artık.

Marteniçka*

Şafak BABA PALA

Bildiğim, göz görmeyince gönlün katlandığıydı. Ancak gözün gördüğüne gönüller nasıl katlanıyor işte onu hiç bilemiyorum. Yalnızca okuduk aldığım notları. Kızım ve ben. Bilerek değil, isteyerek hiç değil. Kütüphaneyi toplarken eline geçmiş not tuttuğum defterler içinde en eskisi. “Anne, Antakya yazıyor,” dedi. Oku dedim, okudu. Dinledim, dinledik. Yol kenarlarındaki rüzgârda boyunları eğilmiş zakkumlar, sekiz köşeli süs havuzu, “Affan” yiğit, haramdan uzak duran kimse... Kişisel ve toplumsal hafıza birbirine karıştı. Katlandık ve sonra kapattık defteri. Depremden beri evlerimizde dört duvar arasında da olsak, deprem bölgesinde de olsak, gözün gördüğüne de gözün görmediğine de gönüllerimiz katlanmaya çalışıyor. Ve yine depremden beri hepimiz başsız danalar gibi dolanıp duruyoruz olduğumuz yerde.



Antakya…

Güzelliğini, işini astarında saklayan eski zaman yelekleri gibi; gizini içinde saklayan Antakya. Küçük ara sokakları, o sokaklardaki suyolları, suyollarında akan suyuyla o suyun akışıyla bize geçmiş zaman hikâyeleri taşıyan Antakya. O sokaklar şimdi yok, o suyolları taş toprakla dolmuş. Yıllar önce Kurtuluş Caddesi’ne açılan o ara sokaklardan bisikletiyle hızla yanımdan geçen çocuğu düşünüyorum. “O çocuklar büyüyecek… ” İzin verdik mi onların büyümesine, bilmiyorum. Güzelliğini içinde, özünde saklayan kişilikli Antakya. Taş duvarlar içindeki avlular. Nar ağaçları altında sakin, sessiz oturup hayatı düşündüğüm, hayatı anlamaya çalıştığım geçmişteki o günler, yalnızca aklımda kaldı şimdilerde. Oysa o suyolları, o avlular, o defne ağaçları, çan, ezan ve hazzan sesleri geçmişte yaşanan ne çok acıyı anlatıyormuş bizlere. Biz hiç anlamamışız. Bizler hiçbir şeyi anlamıyoruz.

Asi Nehri halen akmaya devam ediyor. Bütün tersliğiyle. Hiçbir şey olmamış gibi. Oysa ne çok şey anlatmış aslında, biz onu da dinlememişiz. Su için kızları kurban alan kötü kalpli ejderhanın kalbine mızrağı saplayan çoban, Hızır Aleyhisselammış. Hızır olsa da çoban olsa da onun gücüyle yaralanmış ejderha. Mızrağın acısıyla Lübnan’a kadar giden ejderha, orada bir kayaya saplamış mızrağı. Böylece yarılan kayadan çıkan su, akıp yol almış, Hatay’a kadar ulaşmış. Adı üzerinde işte, Asi olmuş.

Bugün, o topraklarda gördüğümüz kötülükleri hiçbir efsanede hiçbir söylencede duyamayız. Hiçbir kitap yazmamıştır.  Evet ben de biliyorum dünya kurulduğundan beri birçok acıyı yaşamış, yaşatmış insan evladı. Ancak bu kadar acının ortasında, 21. yüzyılda insanın iktidar uğruna insanlara yaşattıklarını bu gözler görmemeliydi artık. Bir insanın ölümünün arkasından bile kırk gün yas tutuyorsak bir kentin ölümünün arkasından tutulan yasa saygı duyulması gerekirdi. Samandağ Eğitim Sen’de dertleştiğimiz öğretmen dostlar bahsetmişlerdi. Çocukları, eşi ölmüş bir öğretmen için o gün elli öğretmen enkazdan yalnızca fotoğraf bulmaya gidecekken bu derece yok sayılmamalıydı acılar, insanlar, şehirler. 

Antakya’dan Samandağ’a yol boyunca giderken onlarca moloz kamyonuyla karşılaşmamalıydık. Karşılaşmamalıydık çünkü halen insanlar enkazlardaki yakınlarının cansız bedenlerine ulaşmak için hiçbir şey yapamasalar bile nöbet tutuyorlardı enkazların başında. Kırk gün bekleyemedi devlet erki.  Toz toprak içinde Samandağ girişinde enkazdan bir dağ oluşturuyordu bu kamyonların taşıdığı yığınlar. Aynı bir fabrikadaki bant tipi üretim işçileri gibiydiler. Yükle molozu, taşı molozu, dök molozu. Bu moloz dökülen yerin hemen yanındaki futbol sahasında da bir çadır kamp olmamalıydı. Yanında, dibinde. Zehirli havayı solumamalıydılar, orada hayata tutunmaya çalışan Samandağlılar. Gezici Kütüphaneyle kitap dağıttığımız kamplardan birisiydi orası. “Tolstoy'un kitapları var mı,” diye soruyordu gençten bir adam, “Sabahattin Ali var mı peki,” diyordu bir kadın. Başka bir çadır kampta konuştuğumuz bir başka genç kadın, annelerini o futbol sahasındaki çadır kamptan yanlarına aldıklarını söylüyordu bana. Toz içinde orası, ceset parçaları bulunuyormuş o yığında... Devamını yazmak istemiyorum. Yazamayacağım.

Nilüfer Belediyesi Kütüphaneleri olarak Samandağ'daydık. Gördüklerimi yazmak öyle kolay değildi benim için. Hepimiz gibi ben de depremden beri ne okuyabiliyor ne yazabiliyordum çünkü. Şair dostum Halide Yıldırım'la karşılaşmıştım Hatay dönüşünde. “Yazacak mısın izlenimlerini,” demişti bana. Ben de, istiyorum ama hemen değil sanırım, demiştim. “Yaz, hemen yaz,” demişti bana. O gün sözümüz yarım kalmıştı. Sonra bana yazdı Halide. “İzlenimlerini yaz geciktirme.” Yıllar önce Sennur Sezer söylemişti bana bir yazı yazmamla ilgili. “Hemen yaz sonra diye bir şey yok,” demişti. Bir bildiği vardır sevgili Sennur Sezer'in diye düşündüm. Ve zor da olsa yazmaya başladım. Evet yazmak kolay değil. Bir yas süreci yaşıyoruz hepimiz. 

Ama yazmalıydım. Çünkü Antakya'yı gördüğümde, insanı anlamanın o kadar da kolay olmadığını bir kez daha kavramıştım. İnsanın gücüne, insanın insanlığına ve her yıkıntıdan ne olursa olsun kalkıp tozlarını silkelediğine bir kez daha tanık olmuştum. İki yıkılmış evin arasında çatısı çökmüş dükkânında, tavuk döneri yerine yerleştiren insanı gördüğümde insanlığı görmüştüm ya da kendisine utana sıkıla çocuğu için çorap veren genç kıza en fazla, teşekkür ederim, demesini beklerken (ki teşekküre bile hiç gerek yokken), kalbim, teşekkür ederim, demesi Samandağlı bir kadının; Mehmet Hoca'ya öğrencileri için kitapları teslim ettiğimizde gözümüzdeki sevinç ve yaşın yan yana durması, Antakya'da mezarlığın daha yaşayan bir yer olması ya da kentteki ölüm kokusunu duymamamız, duymak istemememiz, hepsi ama hepsi insaniydi. 

Antakya, Samandağ ve Defne onlarca efsaneyle, söylenceyle ne çok şey anlatır insana. İnsan anlasa keşke. Gözlerin gördüğüne gönüller nasıl katlanır, bilmiyorum. Habib-i Neccar Cami'nin yıkılan minaresi, külahı, âlemi, Türkiye'nin son Ermeni köyü Vakıflı'da Meryem Ana Kilisesi'nin bahçesindeki yıkık çan kulesi ve yıkıntı içindeki çanı, yıkılmış birçok ibadet yeri, yıkılmış hastaneler, yıkılmış okullar, sınıflar, sınıflar...

Anlatmak kolay değil, hem anlattığım da kimselerin bilmediği değil. Yazmaksa hiç kolay değil, yazılamaz da yaşananlar, ne yazılsa eksik kalır. Edebiyatın dili bugün yetmez, yetemez bu acıları anlatmaya. 

Tam da burada Tomris Uyar yetişiyor imdadıma. Yirmi beş yıl boyunca yazdığı Gündökümü adını verdiği günceleri yazmaya, doksan dokuz depremiyle son vermiş yazar. Çok insani bir durum. 1975 ve 1999 arasındaki yazılarından oluşan iki ciltlik kitap alttaki metinle son buluyor.

“Ağustos Sonrası 

Gündökümlerine ister 'Tanışma Anları',  ister 'İpuçları', ister  'Yüzleşmeler' diyeyim hep aynı karamsarlık, dahası giderek artan bir umutsuzluk taşıyor sayfalardan.

Son günlerde iyiden iyiye kızışan olaylar sonucunda nicedir beklettiğim kararı aldım: yeni bir parıltı, bir ışık görmedikçe gündökümü yapmaktan vazgeçme kararı.

Önce, 'babamız' Süleyman Demirel'in ailesi saydığı sanık durumundaki zenginlerle çektirdiği fotoğraf geldi.

Arkasından, yüzyılın gösterisi sayılabilecek Güneş tutulmasına toplumca duyduğumuz anlaşılmaz ilgi.

En sonunda da bu defteri kapatmama yol açan deprem.

Her birinin yankıları üç-dört yılımızı dolduracak kadar kalıcı.

Edebiyatımızın en genç, en asi sesi Can Yücel'i yitirmemiz, topluca gömüleceğimiz edilgenliğin bir somutlaması mıydı?" 

“Yeni bir parıltı, ışık görmedikçe yazmama kararı aldım,” diyor sevgili Tomris Uyar. Yeni bir parıltı halen yok, ışık halen yok. Ancak halen güneş doğuyor ve batıyor o topraklarda. Doğa bir tek tutunacak dal gibi. Bir de gençler, öğrenciler, genç öğretmenler. Gözlerimiz gördüğüne katlanmaya çalışırken gün batımını seyrettik Samandağ'da bizler.  Türkiye'nin en uzun kumsalında durduk öylece. Boylu boyunca gitmesi güneşin. Gitmek istemez gibi gidişi. Bize, daha göreceğiniz çok şey var, demek ister gibi. İçinde iyilik olan herkes, gözlerini kapamamalı artık, her kötülüğü de iyiliği de görmeli. Herkesin hayatla savaşma şekli farklı.

Bazı iyi insanlar tanımadığı insanların arkasından helva kavurup acıyı, gidenleri anlamlandırıyor bu günlerde. Bir genç kadın tanıştığı bir Samandağlı genç kadınla haberleşiyor, onun acısına ortak oluyor. Samandağlı genç kadın, yıkılmış evinin, depremden bir gün önce çektiği fotoğrafını gönderiyor, “abla evim çok güzeldi,” diyor. Fotoğrafta koltuğun üzeri çarşafla örtülmüş. Kirlenmesin koltuk, toz olmasın, diye.

Yola çıktığımızda kolumuzda marteniçkalar bağlıydı. Yol boyu gökyüzünde bir leylek aradık. Göremedik. Tariflendiremediğimiz acılar her yanımızdaydı, bir de doğaydı hep yanımızdaki. Günbatımlarını gördük, defne ağaçlarını, limon ağaçlarının yeşilini, sarı çiçeklerin açtığını. Dönüş yolunda Titus Tüneli'ne doğru çıkarken gökyüzüne bakıp, kaldık hepimiz. Uzaklarda denizin üzerinde, uzakta çok uzakta, gökyüzünde yüzlerce leyleğin uçtuğunu gördük. Öğrendik ki oralardan Anadolu topraklarına giriş yapıyorlarmış leylekler. Güldük, ağladık. Defnelere astık Marteniçkaları, limon ağaçlarına. 

Evet, başı kesik danalar gibiyiz hepimiz. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı, ne düşüneceğimizi, ne yazacağımızı bilmiyoruz. Tam o anlarda, bir mesaj düşmüştü telefonlarımıza. Gözümüzün bebeğinde, gülmekle ağlamanın ortak olduğu Mehmet Hocadandı mesaj. Bir cümleydi.

 "Güzel günlerde, Hatay'ın güzel sofralarında buluşalım." 

Sustuk.

Kaynakça:

* Balkan kültüründe yaygın bahar geleneklerinden biridir. Kırmızı ve beyaz ipler ile yapılan bileklikler mart ayının başında takılmaya başlanır.  Mart ayında senenin ilk leyleği görüldüğü zaman bileklerden çıkarılıp meyve veren bir ağaca bağlanır. Ve marteniçka takılırken dilenen dileklerin gerçekleşeceğine inanılır. Martenikçalarda kullanılan beyaz renk uzun ömrü, kırmızı renk ise sağlık ve gücü temsil eder. Bilekliğin sağlık, mutluluk, şans ve doğada bereket getirdiğine  inanılır.
2 Edip Cansever'in "Mendilimde Kan Sesleri" şiiri.
3Tomris Uyar, Gündökümü Bir Uyumsuzun Notları II, 6. baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Nisan 2022, s. 554