PINAR YÜKSEK Gazeteci Murat Yetkin’le siyasetteki ve medyadaki gerçeklik algısının kaybını, tek sesli medyanın sonuçlarını ve Türkiye gündemine dair pek çok konuyu konuştuk. • Post-truth bir dönemden söz ediyoruz, gerçek ile yalanın arasındaki bağın siyasette de medyada birbirine bağlı biçimde kopartıldığı bir dönem. Türkiye’deki medya düzenindeki son on yıldaki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Medya düzenindeki değişimi […]

Medya artık anaakım da değil  bu artık “baskın medya”

PINAR YÜKSEK

Gazeteci Murat Yetkin’le siyasetteki ve medyadaki gerçeklik algısının kaybını, tek sesli medyanın sonuçlarını ve Türkiye gündemine dair pek çok konuyu konuştuk.

• Post-truth bir dönemden söz ediyoruz, gerçek ile yalanın arasındaki bağın siyasette de medyada birbirine bağlı biçimde kopartıldığı bir dönem. Türkiye’deki medya düzenindeki son on yıldaki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medya düzenindeki değişimi değerlendirmek için on yıl değil yirmi yıllık bir dönemi esas almak gerekir diye düşünüyorum. Dönüşümün dönüm noktaları bence şunlardır:

Öcalan’ın 1999’da yakalanması ile hükümet olan üçlü koalisyon döneminde medya sahiplerinin siyasete müdahalesinin üst düzeyde olduğu ve ülkenin mali krize sürüklendiği dönem;

Krizin de etkisiyle AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesi sorasında, CHP’nin katkısıyla yapılan AB reformları ve siyasetle medyanın birbirini sınadığı, medyanın kendi iç çelişkileriyle birlikte hâlâ eleştirel olabildiği dönem;

2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecindeki e-muhtıra ve ardından gelen kapatma davası ile Erdoğan’ın tutumunu sertleştirdiği dönem. Bu süreç, Fethullah Gülen cemaatiyle hükümetin eylem birliği yaptığı, Ergenekon, vb. davalarının başlatıldığı, medyada Doğan Grubuna Cemaat eliyle cezalar kesilirken, karşısına Zaman grubunun dikilmeye başladığı dönemdir;

Bu dönemin kırılma noktaları 2012 başında, önce Başbuğ’un tutuklanması, sonra Fidan’ın sorgulanmak istenmesi ile su yüzüne çıkan derin çatlaktır. Devamında 17-25 Aralık 2013 soruşturmaları ve 2014 başındaki MİT Tırları olayı vardır. İktidarın ağırlığını Albayrak (Turkuaz) Grubu üzerinden Sabah Gazetesine verdiği, inşaat sektörünün desteğiyle diğer grupları buna eklemleyerek bir yandan Doğan Grubunu, diğer yandan Zaman Grubunu geriletmeye başladığı, Zaman Grubuna 2016 darbe girişiminin hemen öncesinde son verildiği dönemdir;

Son olarak 2018 başında Demirören Grubunun devreye girişiyle, Doğan Grubunun 1990’ların başından itibaren medya-siyaset ilişkilerindeki yaklaşık 25 yıllık başrolüne son verilmesi sayılabilir.

Sözünü ettiğiniz, İngilizcesiyle “post-truth”, gerçek-ötesi eğilim Türkiye’ye özgü değil. Ancak sahiplik yapılarının siyasi iktidarın açık veya örtülü müdahaleleriyle değişimiyle yaşanan bu dönüşümün ülkemizdeki süreci daha görünür kıldığı da bir olgu.

• Türkiye’de tek sesli bir medya oluşturuldu, bir yandan da bunun karşısında sosyal medya ve dijital platformlarda alternatif arayışları da hız kazandı. Gazetecilik ve medyanın toplumdaki etkinliği bakımından bu yeni medya düzenini nasıl ele alıyorsunuz?

Gelinen aşamada medya sahipliğinin –şeffaf olmayan mal ilişkiler nedeniyle- tahminen yüzde 90’ının basım ve dağıtım ağlarıyla birlikte Erdoğan yörüngesinde olması söz konusu. Geri kalan gazete, televizyon ve internet sitelerinin kitle iletişimi bakımından etkisi çok sınırlı; AK Parti seçmen tabanına ulaşmadığı ve onların aklını karıştırmadığı sürece de müsamaha edilir duruma sıkıştırılmış halde. Sosyal medya ise, yeni erişim imkânları sunmakla birlikte, kitle iletişimi özellikleri taşımıyor; adı üzerinde, yalnızca zaten sizi izlemeyi seçen insanlara ulaşabiliyorsunuz, örneğin TV yayıncılığının rastlantısal çekim gücüne sahip değil. Kaldı ki, sahte ve yalan haber olarak karşımıza çıkan kara propagandanın en etkili olduğu mecra da, yasalara karşı sorumlu olma halinin neredeyse hiç bulunmadığı bu “sosyal medya” ortamı. Münih Güvenlik Konferansına sunulan bir rapora göre, sosyal medyadaki haberlerin yüzde 80 gibi müthiş bir oranı “fake”, yani “sahte”, ya da “fabricated”, yani “üretilmiş” sözüm ona haber; bunların arkasında siyasi ya da ekonomik çıkarlar gözeten gizli servisler, şirket ya da çıkar grupları bulunabiliyor.

Gazetecilik, ya da habercilik, ezelden beri ortada olan bir meslek değildir; mevcut ya da tükenmekte olan hali sanayi toplumlarının ve üretim ilişkilerinin bir ürünüdür. Sanayi toplumları hızla ve henüz tam olarak kestirilemeyen yeni üretim-tüketim ilişkilerine dönüştüğü dünyada haberciliğin değişmeyeceğini düşünmek saflık olur. Keza kitle iletişimi mecralarının da… Oturup eski güzel günlere ki o günler de pek güzel değildi, ağıt yakılacağına ileriye bakıp bu değişimin dinamiklerini anlamak ve ön almaya çalışmak daha isabetli olacaktır.

• Bir seçim dönemini geride bırakıyoruz bugün, son seçim süreçlerinde olduğu gibi bu seçimlerde de eşitsiz bir seçimin en önemli parçalarından birisi yine medya oldu. Tek yanlı ve aşırı bir propagandaya karşın iktidar stratejilerinde kırılmalar olduğunu gördük. Güçlü ve tek sesli medya yetmedi kimi zaman. Bunu nasıl açıklarsınız?

Erdoğan ve AK Parti istediğini yaptı ve medya sahipliği neredeyse yüzde 90 oranında yörüngedeki sermayedarların eline geçti. Peki, geçti de bir faydası oldu mu? Pek sanmıyorum. Devlet kesesinden dünya kadar para, deyim yerindeyse “ele geçirilen” bu mecralara akıtılıyor da ne oluyor? Söyleyeyim. Birincisi, o gazetelerin satışları dibe vurmuş durumda ve aslında dibi göremiyorlar dahi, çünkü sürekli iniş halinde. Fox TV gibi, yabancı sermaye yapısı nedeniyle fazla dokunulamayan bir kanal dışında TV’lerin izlenirliği yerlerde. Geçenlerde son dönem şöhretlerinden birisi sosyal medyaya “Teşekkürler Türkiye, gecenin şampiyonuyuz” filan gibi bir şey koymuş. Baktım, gerçekten o gece birinci gelmiş benim “Artık kim bakıyor bunlara?” dediğim programları. Sonra bir de oranlarına baktım ve haklı olduğumu gördüm: birinci geldikleri zavallı oranları bundan çok değil, beş yıl önce ilk elli, on yıl önce ilk yüz arasına giremezdi; o kadar düşük. Şampiyon olsan ne olur? En fazla paraşütle indirilmiş yöneticilerinin gözüne girip prim filan kopartır, bir sonraki uçağa davetiye filan alırsın. Bu da onlara yetiyor ama Erdoğan’a ve AK Parti yönetimine yettiğini, yeteceğini hiç sanmıyorum. Onlar da farkındadır ve yakında, artık ana akım filan diyemiyoruz, bu “baskın” medyaya bir tırpan gelmesi beni şaşırtmaz.

• Seçim döneminde çok gündeme gelmese bile, seçim sonrasının en önemli gündemlerinden birisi S-400 alımları çerçevesinde ABD-Türkiye ilişkilerinin nasıl ilerleyeceği olacak görünüyor. ABD’nin de bu konuda kararlı bir tutum sergilediği görülüyor. Bu noktada çelişkilerinin daha derinleşeceği bir dönem mi öngörüyorsunuz?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın S-400 alımı konusunda görüşlerinin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından netleştiğine bakarak bu tercihe stratejik önem verdiğini söylemek mümkün. Bunu rahip Brunson olayındaki “Al papazı, ver papazı” olayına benzeten ve aynı şekilde bir dönüş bekleyen yorumcular var, ancak bu defa olayın önemli bir farkı da var. O önemli fark Rusya’dır. ABD’nin S-400’e karşı, Türkiye’yi ortak üreticisi ve yatırımcısı olduğu F-35 projesinden dışlamak istemesi, 1914’te İngiltere’ye parası peşin verilip yaptırılan iki savaş gemisine el konulmasını andırıyor biraz. Neticede dönemin Türk hükümeti iki Alman gemisine danışıklı olarak el koyup Rusya limanlarını bombaladı ve sonrasını biliyoruz. Durum ciddi ve ciddiyetle ele alınmayı gerektiriyor. Sonunda Erdoğan, Türkiye’yi Batı ittifakından koparmak değil, kendi belirlediği “yeni Türkiye” koşullarıyla kabullenilmesini istiyor. Sorun da oradan çıkıyor, çözümü kolay değil, ama sancılı da olsa zemin bu olduktan sonra bulunabilir.

• ABD-Türkiye ilişkileri bakımından bir başka önemli konu da Suriye’den ABD askerlerinin çekilmesi kararı sonrasında, ‘güvenli bölge’ kurulması ve YPG ilişkilerinin nasıl şekilleneceğine ilişkin konular var. Bu alandaki gelişmelere ilişkin değerlendirmeleriniz nasıl?

Gelişmeler henüz günübirlik değişim aşamasında, fazlasıyla akıcı. ABD Başkanının Trump’ın neredeyse her hafta fikir değiştirdiği bir ortam var. Suriye’deki gelişmeler üzerinde tek bir ülkenin, tek bir grubun etkisi yok. Örneğin, Rusya’nın etkisi aslında ABD’den fazla. Türkiye, İran, Suudi Arabistan, İsrail gibi önemli bölgesel oyuncular devrede. Bir süre önce Suriye ve Irak sönme eğilimine girdikçe bu dört komşunun boşlukları doldurma eğilimine gireceği saptamasını yapmıştık; öyle de oluyor. Tabii bir de devlet-dışı iki oyuncu güç kazanmış durumda: PKK’nın yanı sıra, IŞİD vahşetinin sona ermesi ardından, yeniden El Kaide sahnede. Suriye’nin yeniden kuruluşu federatif sistemde olursa ki iş oraya doğru gidiyor, Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde bir Kürt özerk yönetimine, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, Türkiye mutlu olmasa da, sancılı bir süreç de olsa, neticede katlanacaktır.

***

İktidar fikir değiştirebilir

• Türkiye dış kaynaklı krizlerle birlikte, içerde de ciddi bir ekonomik krizle yüz yüze. Seçim sürecinde de en belirgin sorun olarak krizin yarattığı işsizlik ve pahalılık öne çıktı ki bunun önümüzdeki aylarda da artarak devam etmesi bekleniyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu koşullarda, iktidarın politikalarında bir değişiklik bekliyor musunuz?

Bu biraz seçim sonuçlarına, biraz dış politikada örneğin S-400 tartışmasındaki gelişmelere de bağlı. Ancak bu şekilde sürdürülemeyeceği açık. Ekonomideki büyüme öngörülenin gerisinde kalıyor, tahminler düşürülüyor. 2002’den bu yana AK Parti, ekonomi pastasından pay alanların sayısını büyüttü.

Onlar pay istemeye devam ediyor ama pasta küçülüyor. Bunun sadece toplumda değil, iktidar bünyesinde ve çevrelerinde de yansımaları olacaktır. Sorunuza cevap vereyim: Evet bekliyorum. Ama ekonomi politikalarındaki değişiklik hayat pahalılığına, işsizliğe bir çare olacak mı? Onu bekleyip görmemiz gerekecek sanırım.