Meşrulaştırılan ve normalleştirilen şiddet, gün boyu kullandığımız farklı mecraların her birinde değişik çehreleriyle tekrar karşımıza çıkıyor.

Medyada şiddet dili ve söylemi: Görünenin ötesi
Fotoğraf: Freepik

Prof. Dr. Hülya UĞUR TANRIÖVER

Sosyolog, İletişim Bilimci

Davranışlarımız, duygularımız, düşünme ve dünyayı algılama biçimlerimiz üzerinde medyanın önemli bir rolü olduğu bugün tartışılmaz bir gerçek. Genel olarak şiddet, özel olarak da, kadınlara karşı erkek şiddeti söz konusu olduğunda da, şüphesiz tüm diğer etkenlerin yanı sıra medyanın pekiştirici etkisini sorgulamak gerekir.

Tabii bugün medya, deyim yerindeyse dipsiz bir kuyu… eskiden olduğu gibi birkaç gazete, üç beş televizyon kanalı değil koskoca bir evren var karşımızda. Her birimizin onlarcası arasında gezindiğimiz WhatsApp gruplarından X’e; her konuda her tür ahkam keseni bulabildiğimiz Youtube veya kimilerinin olmazsa olmazına dönüşen Tiktok’a sayısız mecra ve içerikle iç içeyiz.

SOSYAL MEDYA KATKISI

Farklı özelliklere sahip olsalar da bu farklı mecralar şiddetin sürmesine, hatta üretilmesine üç farklı biçimde katkıda bulunuyor: Meşrulaştırma, normalleştirme ve sanallaştırma. Aktardıkları temsiller, kurgulanan ve kullanılan söylem aracılığıyla bu süreçleri besliyor. Kadınlara karşı erkek şiddeti bağlamında örnek vermemiz gerekirse, meşrulaştırma, şiddetin, en azından bazı türlerinin, “ haklı“ olabileceğine dair yarattığı algıyla kendini gösteriyor. Kadın cinayetleri konusunda, şimdilerde biraz daha az olsa da, sıkça gördüğümüz “kıskanç koca dehşet saçtı” türünden haberler veya öldürülen kadınların özel hayatına dair, cinayeti anlaşılır, hatta haklı kılmaya hizmet eden bilgiler (yalnız yaşayan / gece kulübünde çalışan / gece geç saatte evine dönen, vb.) meşrulaştırma işlevinin yaygın biçimleri. Kaldı ki genel olarak şiddetin en birinci elden meşrulaştırılmasını sağlayan ve bizim coğrafyamızda pek gözde olan militarist söylem yurtseverlikle bir tutulup sürekli yeniden üretiliyor.  Mesela, teşhir kültürünün beslendiği gözde mecralarda dolaşımda olan kimi erkek fotoğraflarında boy boy silahların, çalışılmış mizansenlerle sergilendiğini görürüyoruz. Böylelikle, meşhur üçlemedeki “ at “ın yerini araba alsa da gözde erkeklik, silah ve avrat “sahip”liğiyle özdeşleştirilmeyi; dolayısıyla da  makbul olmayan kadınları o silahlarla cezalandırma ihtimalini sürdürüyor.

Şiddetin farklı biçimlerinin normalleştirildiğini medyada iki farklı, hatta birbirinin karşıtı bağlamda görürüz: İlki, daha geleneksel dil kullanımında, çoğu zaman da meşrulaştırmayla bir arada yer alan “sıradan” şiddettir. Mesela, olağan-mış gibi sunulan her türden üçüncü sayfa haberi… Hele de  bazı şiddet görüntülerinin komik-leştirilerek sosyal medyada eğlence unsuru haline gelmesi medyanın görünenin ötesinde de bir dil kullanabildiğini, “örtük” söylemiyle şiddeti normalleştiğini gösteriyor. Normalleştirmenin ikinci türü ise, aslında tam tersi bir söylem kurmak, yani şiddetle mücadele etmek isterken düşülen tuzaklarda saklı: toplumu şiddete karşı duyarlı kılmak adına şiddetin sergilenmesi, kimi zaman yıllar önce “şiddetin pornografisi” olarak kavramlaştırdığım durumu ortaya çıkarıyor. Kadınlara karşı şiddetle mücadele etkinliklerini tanıtma amacıyla kullanılan şu pek meşhur “morarmış gözlü kadın” görselini veya pedofiliyi teşhir etmede şablonlaşan elleriyle yüzünü kapatan çocuk resmini ele alalım… Bunlar, failleri teşhir edeceğine mağdurları “kurbanlaştıran”, üzerine gidilmesi gereken suçları “hikayeleştiren” birer unsur olup çıkıyor. Tabii şiddetin normalleştirilmesinin bu ikinci türü, yani aslında mücadele amacıyla dikkat çekme, kamuoyunu bilgilendirme adına yapılan yanlış manevralara en sık rastladığımız içerikler, haberler değil… Diziler, bu konuda ciddi biçimde ele alınması, titizlikle üzerine çalışılması gereken bir metin türünü oluşturuyor. Eski dönemlerin gözde bazı dizilerinde, örneğin Yaprak Dökümü’nde dakikalar süren “haklı” tokatlama sahneleri gördük; Fatmagül’ün Suçu Ne, bir yandan cinsel istismarı gündeme taşıyıp, yargı süreçleri, vb. konusunda izleyicileri bilgilendirirken, öte yandan mahalle aralarında kimi tekel bayilerine asılan “Fatmagül içkisi geldi” etiketleriyle, potansiyel faillere yeni fikirler verdi. Günümüz dizilerinde ise, kadınlara karşı şiddet, cezalandırılmak üzere teşhir ediliyor; güçlü kadın karakterler mücadele ediyor, dayanışma gösteriyorlar. Ama sonuçta… bu amaçla da olsa ekranlardan her tür şiddet adeta fışkırıyor. Hele bir de “terapi” dizileri var ki, her şiddet davranışını patolojikleştirme yoluyla, aklı, bilinci, hatta vicdanı bile devre dışı bırakmanın, hani neredeyse “yazık ama… bak sebebi varmış” diyerek failleri aklamanın yolunu açma tehlikesi barındırabiliyorlar.

Şiddet söyleminin aktarımında, gündüz kuşağı “kayıp arama, suçlu teşhir etme, dargın eşleri barıştırma, vb.” programları başlı başına bir kaynak. Gerçi programcılar, oldukça sık biçimde şiddetin ne kadar kötü olduğunu, hiçbir şiddetin haklı olamayacağını söylüyorlar ama burada da “görünenin ötesi” çok daha önemli: Fiziksel değilse de sözel ve psikolojik şiddetin binbir biçimi doğrudan program içinde bile yansıtılıyor: RTÜK çekincesi nedeniyle kimi zaman dakikalarca “bip”lenen konuşmalar; birbirlerine bağıran, baskı yapan kişiler ne yazık ki, reyting kaygısıyla “söylenen”i gölgede bırakıyor.

ŞİDDET MEŞRULAŞTIRILIYOR

Meşrulaştırılan ve normalleştirilen şiddet, gün boyu kullandığımız farklı mecraların her birinde değişik çehreleriyle karşımıza çıktığından, nihayetinde bir “medya içeriği”ne dönüşüyor yani gerçeklikten sıyrılıp sanallaşma riskini taşıyor. Medya kültürünün neden olduğu sanallaşma, yani gerçeklikle mesafenin büyümesi, hatta gerçeklikten kopma, elbette çok daha genel bir sorun ancak kadınlara karşı şiddetle mücadele açısından mutlaka dikkate alınması gereken bir unsur.

Bu tespitlerden hareketle “bütün kabahat medyanın” diye düşünmenin, hele de sansürcü zihniyetleri onaylamanın da çok yanlış olacağını belirterek bitirmek isterim. Küçücük oğlan çocuklara cinsiyetçi küfürleri söyleterek gururlanan, düğünlerde derneklerde silah atmadan deşarj olamayan insanlar herhangi bir yaptırım, hatta sosyal ayıplanma endişesi bile taşımadan var olmayı sürdürdükçe medyada bazı iyileşmelerin olması yetersiz kalır… Hele de artık sosyal medya aracılığıyla tam da bu kişi ve zihniyetlerin içerik ürettiği günümüzde.