Disleksili, okuma güçlüğü ya da isteksizliği çeken çocukların da ellerinde kitap, evlerinde kitaplıkları olsun istiyoruz. Tıpkı akranları gibi... Onlar da kurmacanın heyecanıyla, hayal dünyasının büyüsüyle, dilin etki gücüyle buluşsunlar ve bu konularda bir eksiklik yaşamasınlar.

Mehmet Atilla: Okuma güçlüğü çeken çocuklar için de yazmak zorundayız

Söyleşi: Deniz Coşan

Yapılan araştırmalar çocukların %5-15 kadarının okuma güçlüğü yaşadığını gösteriyor. Disleksi olarak da ifade edilen bu güçlüğün nedenlerinden birincisi, dilin seslerden ve hecelerden oluştuğunu kavramakta zorluk çekmeleri. Hece ayırma, birleştirme, atma gibi becerilerde başarısızlar. Konuşma dilinin sesleriyle yazının sembolleri arasında bağ kurmakta zorlanıyorlar. Usta yazar Mehmet Atilla ile okuma güçlüğü çeken çocuklar için yazmanın nasıl olduğunu konuştuk. 

Disleksi, beyindeki yapısal bir farklılıktan kaynaklanan okuma güçlüğü. Disleksili çocuklar için yazma fikrinden başlayalım. 

Yazma eyleminin katmanlarından biri de okumanın zenginleştirici gücüne inanmak. Bu inançla okuyor, araştırıyor ve yazıyoruz. Yazınsal anlayışımızdan ödün vermeden, belli ölçütleri gözeterek okura ulaşmak da varmak istediğimiz hedeflerden biri. Çocuk edebiyatında da durum böyle. Ne var ki son yıllarda bu çabaya set çeken bazı gelişmeler oldukça hız kazandı. Kültürel kazanımlara erişimde görsel medyanın payı alabildiğine çoğalırken basılı kaynakların direnci gittikçe azalıyor. Ekran bağımlılığı hepimizin zayıf karnı artık. Madalyonun arka tarafında ise yoksulluk, eğitim koşullarındaki olumsuzluklar, ulaşım zorlukları gibi etkenler yer alıyor. 

Bütün bunların yanı sıra okuma eylemiyle buluşamayan başka bir kesim daha var ki, “Sen de Oku” koleksiyonunun hedeflediği bireyler de orada zaten. Bu kesimin içinde hem disleksili hem de okuma isteksizliği yaşayan çocuklar var. Sayıları hiç de az değil üstelik. Yapılan araştırmalar çocukların %5-15 kadarının okuma güçlüğü yaşadığını gösteriyor. Bir yardım eli uzatılmazsa yaşamlarının hiçbir döneminde okuma becerisi kazanamayacak ve akademik başarı elde edemeyecek çocuklar bunlar. Onları yazgılarıyla baş başa bırakmamak gibi bir sorumlulukla baş başayız. 

Bu açıdan bakıldığında “Sen de Oku” koleksiyonu tam bir sosyal sorumluluk projesi. Gelişmiş ülkelerde bu konuda bazı adımlar atıldığını biliyorduk. Tudem Yayın Grubu da bu adımların Türkiye’deki uzantısı olma işlevini yerine getiriyor şimdi. Amaç ortak: Okuma güçlüğü ya da isteksizliği çeken çocukların da ellerinde kitap, evlerinde kitaplıkları olsun istiyoruz. Tıpkı akranları gibi... Onlar da kurmacanın heyecanıyla, hayal dünyasının büyüsüyle, dilin etki gücüyle buluşsunlar ve bu konularda bir eksiklik yaşamasınlar. Dolayısıyla bir tür eşitlik sağlama çabası bu. 

Ben bu çabaya ortak olmadan önce Tudem Yayın Grubu “Sen de Oku” koleksiyonunu oluşturmaya başlamıştı. Yayımlanan ilk kitaplar çeviri kitaplardı ve özel bir yaklaşımla yazıldıkları apaçık ortadaydı. İlk işim bu kitapları okumak oldu. Yıldız Adam, Mutluluk Şarkısı, Bitmeyen Gün, Havuzda Tek Başına ve Telefon Bilmecesi... Hepsi de çarpıcı olay örgülerine sahipti, son derece duru bir dille yazılmışlardı ve çocukların metnin içinde ilerlemelerini sağlayacak şekilde kurgulanmışlardı. Dolayısıyla hedef kitlenin ilgisini çekmemeleri mümkün değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, serinin yalnızca bu tür çevirilerle yürütüleceğini düşündüğüm için imrenmekle yetindim, herhangi bir girişimde bulunmadım. Ancak zihnimde bir tohum oluşmuştu ve yavaş yavaş gezdirmeye başlamıştım. Bende böyle olur çünkü; çok başarılı bir çeviri kitapla karşılaştığımda kendimi sorgulamaya başlarım hemen; “Biz niye böyle şeyler yazamıyoruz?” sorusu kafamda dolanır durur, en azından üç beş ay. 

Neyse ki bir süre sonra yayınevi bu seriye Türk yazarların da katılmasını kararlaştırdı. Bir anda kendimi bu ekibin içinde buldum. Gerisi araştırmak, tasarlamak ve yazmaktı. Gülmeyi Bilen Müdür Aranıyor işte böyle bir sürecin sonunda doğdu. 

Öncesinde nasıl bir çalışma yaptınız? 

Bu konuda yayınevinin öncü bir rol oynadığını söylemeliyim. İlk iş olarak “Sen de Oku” koleksiyonuna katılmaya gönüllü yazarlarla son derece verimli toplantılar yapıldı. Yayın koordinatörü arkadaşlar koleksiyonun mantığı, teknik özellikleri, hedef kitlenin beklentileri gibi konularda bilgiler verdi, kafamızdaki soruları gidermeye çalıştı. Bu arada bizler de ek araştırmalar yaptık elbette. Kendi payıma ben başka ülkelerdeki örnekleri inceledim. Çok sayıda araştırma ve makale okudum, uzmanların görüşlerine ulaşmaya çalıştım. Gördüm ki, psikologlar, psiko-dilbilimciler, bilişsel sinirbilimciler okuma eylemi üzerinde yoğun biçimde çalışıyor. Çocukların okura dönüşme süreci ve bu süreçte hangi engellerle karşılaşıldığı biliniyor. Disleksili bireylerin okuma serüvenlerinde onlara eşlik edecek birimlere yol gösterecek kaynaklar da var. Kuşkusuz ki konunun uzmanı olduğumu iddia etmiyorum ama nasıl bir dil ve anlatımla bu çocuklara ulaşabileceğimiz sorusunu yanıtlayabilecek kadar bilgi ve görgü edindikten sonra kolları sıvadım. 

Disleksili çocuklara yazarken hikâye yapısında öncelik nedir? 

Okuma güçlüğü ya da isteksizliği yaşayan çocuklar, iki temel sorunla baş başa. Bunlardan birincisi, dilin seslerden ve hecelerden oluştuğunu kavramakta zorluk çekmeleri. Hece ayırma, birleştirme, atma gibi becerilerde başarısızlar. Konuşma dilinin sesleriyle yazının sembolleri arasında bağ kurmakta zorlanıyorlar. Öyleyse izleyeceğimiz ilk yöntem belliydi: Yazacağımız metinlerde uzun ve yazımı zor sözcüklerden kaçınacaktık. Cümlelerimizi de olabildiğince kısa tutmaya çalışacaktık. Uzun cümlelerin sonuna ulaşmak için harcanacak zaman ve çaba, hedef kitlemizdeki çocukların çabucak yorulmasına neden olurdu ki bu hiç de istemediğimiz bir şeydi. Kaldı ki yalnızca hedef kitlemizdeki çocuğun değil, ona eşlik edecek büyüklerin de rahatça okuyabileceği metinler yaratmalıydık. 

Bu çocukların yaşadıkları ikinci temel sorun, belleklerindeki sözcüksel depoya erişme hızlarının da oldukça düşük olmasıydı. Öyleyse yazacağımız metinlerde günlük yaşamda sık rastlanmayan nesnelerden, soyut benzetmelerden, karmaşık sayısal değerlerden uzak durmalıydık. Gelgelelim, olay örgüsü bakımından günlük yaşantının dışına çıkmakta da yarar vardı. Çocukların henüz deneyimlemedikleri, duymadıkları bir olay akışıyla karşılaşmaları heyecan verici olurdu. Mümkün olduğunca hayal dünyalarını genişletmeliydik. Fakat pusulamız yine değişmeyecekti: Dolambaçlı ve karmaşık anlatılardan uzak duracaktık. Zaman kaymaları, geriye dönüşler, uzun bölümler gibi okuru yoran ve oyalayan yapılara yönelmeden hedef kitlemizdeki çocuğu bir an önce olayların içine çekmeliydik. Bunun için de okurun çabucak duygusal bağ kurabileceği, ilginç konular seçmeliydik. Dolayısıyla kitapların girişi büyük önem kazanıyordu. 

Bu arada çok önemli bir noktayı gözden kaçırmamaya çalıştık. Hedef kitlenin algı düzeyini asla küçümsememeliydik. Aşırı derecede basitliğe kaçmamalı, disleksili diye çocukların zekâsını aşağılama gibi bir yanılgıya düşmemeliydik. Örneğin 10-12 yaşlarındaki çocukların ilgi alanlarına uygun bir olay örgüsü tasarlamışsak “mantık düzeyini değil anlatı düzeyi”ni 7-8 yaşlarındaki çocukların okuma düzeyine uygun sözcükler ve cümlelerle yansıtmalıydık. Üstelik sayfa sayısını fazla artırmadan, hedef kitlenin sabrını ve odaklanmasını zorlamadan... 

Yazar olarak biz bunları yapmaya çalışırken kitabın okura kolaylık sağlayan fiziksel özelliklerini de yayınevi üstlendi. Kâğıt kalitesi, sayfa tasarımı, yazı tipi, kâğıt rengi, resimleme gibi teknik nitelikler hedef kitlemize uygun olarak seçildi. Bütün bunlar etkileyici bir hikâye ve inandırıcı karakterlerle birleşince amacımıza ulaşmak biraz daha kolaylaştı. 

Karakter demişken bir noktaya daha değinmek isterim: Bu tür kitapların bir özelliği de kahramanların hedef odaklı olmasına önem verilmesi. Aslında tüm kurmaca yapıtlarda böyle bir eğilim olduğu söylenebilir. Ana karakterin işleri oluruna bırakmamasını, belli bir hedefe kilitlenmesini severiz. Oradaki gerilim bizi mutlu eder. Bu kural “Sen de Oku” için fazlasıyla geçerliydi. Hatta ana karakteri yardımcı karakterlerden ayıran özellikle rin açık seçik belli olması gerekiyordu. Hedef kitlemizdeki okurların özellikle ana karaktere ne olacağı sorusuyla ilgilendiklerini, ardından da olayların nasıl çözüleceğini merak ettiklerini biliyorduk. Bunu da aklımızın bir köşesinde tutmaya çalıştık. 

Dünya klasiklerinin bir yazar tarafından yeniden anlatıldığı bir seri de söz konusu. Örneğin siz Jonathan Swift’den Gulliver’in Gezileri’ni, Mark Twain’den Tom Sawyer’ı Robert M. Ballantyne’dan Mercan Adası’nı kaleme almışsınız. Bu yöntemi okurlarımıza anlatır mısınız? 

Bilindiği gibi dünya klasikleri her dönem okunmayı hak eden kitaplar. Ancak hem içerik hem de anlatım olarak okuma güçlüğü ya da isteksizliği çeken çocukların çok uzağındalar. Demek oluyor ki, bu çocukların klasik yapıtlarla buluşmaları, onları okuyabilmeleri olanaksız. “Sen de Oku” koleksiyonu genişledikçe bu durum bir sorun olarak kendini hissettirmeye başladı. Akranlarının klasik yapıtlardan söz ettiği anlarda bu çocukların suskun ve mahcup kalmalarına gönlümüz razı olmadı. Hep birlikte el ele verip dünya klasiklerini de serinin kapsamına almaya karar verdik. Birçok yazar arkadaş da bu sürece katıldı. Vurgulamak istediğim nokta şu: Yaptığımız kısaltma ya da özetleme değil, klasikleri “yeniden anlatım” yöntemiyle “Sen de Oku” serisinin mantığına uyarlamak. Metinlerin ruhunu ve havasını bozmamaya çalıştık. Örneğin Gulliver’in Gezileri aslında dört ayrı geziden oluşur. Ancak tüm uyarlamalarda bu gezilerden yalnızca ikisi işlenmiş, son iki gezi çıkarılmıştır. Ben öyle yapmadım. Gezilerin dördünü de yeniden anlattım. Yazara ve çocuklara duyduğum saygı bunu gerektiriyordu. Diğer arkadaşların da katkısıyla disleksili ya da okuma isteksizliği yaşayan çocuklar Pinokyo, Peter Pan, Oz Büyücüsü, Alice gibi karakterlerle buluşmuş oldu. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı, Dünyanın Merkezine Seyahat’ı, Ezop Masalları’nı okuma şansına erişti. Bu da ayrı bir sevinç bizim için.