"Ran" soyadını annem seçti. Hiçbir anlamı, çağrışımı olmayan bir sözcük bulduğu kanısındaydı.

Memet Fuat'ın "A'dan Z'ye Nâzım Hikmet" kitabı bize onun son armağanıymış meğer. O nefretsiz, aydınlık kişiliğiyle, benzersiz hocalığı ve sona ermeyen öğrenciliğiyle, bilgisi ve bilgeliğiyle Nâzım için hazırladığı o muhteşem ansiklopedi tekrar basılıyor. Memet Fuat bu kitabında Nâzım'ı kendince bir ansiklopedide şöyle harflere dökmüştü: A Aramak: Bir ara çarşambaları babaanneme gitmeye başlamıştım. Akşam yemeğinden sonra Nihat Amcam beni eve getirirdi. Babaannem korkuyordu. Nâzım Hikmet'in evinden çıkıp onun evine gelmemden tedirgindi. Nihat Amca'm beni eve getirdiği zaman karşı kaldırımda beklerdi... Hep izlenen, önü kesilen, bir yerlere ulaşması engellenen bir insan olarak yaşadım. Aşk ve Sümüklüböcek adlı kitabımın Sıkıyönetim Komutanlığınca "müstehcen" diye toplatılmasını hiç unutmam. Açık saçık tek satır yoktu içinde. Bir keresinde de sivil polisler Kerim Sadi gibi mimli kişilerle konuştuğumu, başıma bir şey gelirse sonra ailemin çok üzüleceğini söylemişlerdi. İlişki avındaydılar. Ben de doğal olarak başkalarının evlerine gitmi-yordum. Çünkü evlerine gideceğim kişilerin Nâzım Hikmet'e bir yakınlıkları olduğu düşünülebilirdi. Bu olasılık bile bende bir tedirginlik yaratmaya yetiyordu. Çekinmeyip bana gelenler başka. Onlar bu olasılığı kendileri göze alıyorlar demekti. B Bisiklet Mahallede yirmi beş otuz bisikletli bir araya geldiğimiz olurdu. Bisiklet ordusuyla gezilere çıkardık. O zaman her yer böyle otomobil dolu değil, yollar boş. Ethem Efendi'den Sahrayıce-dit'e doğru, ziller, kornalarla çarşının içinden akıp geçmeye başladık mı, insanlar ne oluyor diye dükkânlarından dışarı fırlardı. En önde Melih giderdi. O en büyüğümüz. Ben de hemen onun arkasında. Yalnız bir kez İçerenköy'den Bostancı'ya doğru yokuş inerken korkusuzca pedal basıp Melih'i geçmiştim. En önde çılgınca giderken yokuşun bittiğini, frenlere asıldığımı hatırlıyorum. Sonra gözlerimi bir eczanede açmıştım. Başım sargı bezleriyle bütün sarılmıştı. Tekerleği çarpılmış (Turnier marka) bisikletimle beni bu halde eve getirdiler.

F Fulbright Bursu: İngiliz Filolojisini bitirdikten sonra ABD'de bir yıl araştırma yapmak üzere verilen Fulbright Bursu'na aday olmuştum. Seçtiğim konu çok güzeldi: Çağdaş Amerikan Romam'nda Teknik Yenilikler. Son konuşmaya iki aday kalmıştık. Yarıştığım kişi üniversitede asistandı, ama ben de bir yazar adayıydım, iki kitabım yayımlanmıştı, dergilerde yazılarım çıkıyordu. Konuşmaya katılan Amerikalı profesörlerin beni seçme eğilimi göstermeleri üzerine, devletimiz adına düşünce bildirme durumunda olan bir üye, "Onun gitmesine izin veremeyiz" diye kestirip atmış. Gerekçe olarak da Nâzım'a yakınlığımı göstermiş. Sonradan çok ünlenen Prof. Herbert J. Muller, yeterlik mektuplarım Halide Edip ile Mina Ur-gan'dan olduğu için ilgilenerek, "Kendisi bir suç işlemiş mi" diye soracak olmuş. Kesin bir tavırla, "Bu konuyu kapatalım, izin veremeyiz" demişler. G Galatasaray: Altunizade köşkünde oldukça kalabalık bir gün. Altan Ağabey, beni kucağına almış bahçede dolaştırıyordu. Tam kucaktan kucağa gezdiğim, ana kuzusu dönemim. Sevgi ortamında büyütülmüş bir bahçe çocuğu... O bana sorular soruyor, ben de dilim döndüğünce yanıtlıyordum. Büyüksü sözler edersem gülüyordu. İkimiz de çok mutluyduk. Bir ara hangi kulübü tuttuğumu sordu. "Fenerbahçe" dedim. "Yaa, çok üzüldüm!" dedi Altan Ağabey. "Bak ben Galatasaraylıyım, Selma Teyzen Galatasaraylı, Tuna Galatasaraylı, gel seni de Galatasaraylı yapalım. Fenerbahçe'de iş yok..." Büyü bozulmuştu, ayrı düşmüştük... Oysa çok mutluydum, tam anlamıyla dört köşeydim Altan Ağabeyin kucağında. Durumu düzeltmem gerekiyordu. Sesimi iyice alçaltarak, "Bak" dedim, "kimseye söylemeyeceksin, aramızda kalacak: Ben aslında Galatasaraylıyım, ama annem üzülmesin diye Fenerbahçeliyim diyorum." Güldü... "Haydi içeriye gidelim" dedi. Salona girer girmez Altan Ağabey, "Bu ne diyor biliyor musunuz" diye aramızda geçen konuşmayı büyük bir gırgır havasında olduğu gibi anlattı. Herkes gülmeye başladı. Altan Ağabey beni aldatınca, benim annemi aldattığım ortaya çıkmıştı... Ama herkesin önünde açığa vurulan sözümle artık Galatasaraylıydım. Bu böylece de sürdü.

Hoşgörü: Bursa Cezaevi'nde Nâzım'ı ziyarete gitmiştik. Annem babaannemin öldüğünü, babamla amcalarımın kendilerine kalan beş apartmanı kaşla göz arasında satıp savdıklarını anlatmıştı. Bu o sıralar ailenin ortak konusuydu. Babam bizi dedemize bırakmış, yıllarca hiçbir şeyimize katkıda bulunmamıştı. Eline toplu para geçince çocuklarını düşünmesi gerekirdi. Üstelik bana elli lira borcu vardı. Bizimle otururken bir gün dedemden İstanbul'a inmek için elli lira istemiş, dedem de parasız bir gününe rastladığından veremeyince benden alıp gitmişti. Dedem sonrada ödemişti o parayı bana, ama öfkelenince, "Oğluna bile elli lira borcu var!" diye başlardı. Nâzım annemi dinledikten sonra, "Sağlık olsun karıcığım, o da kendine göre bir yol çizmiş, gidiyor" demişti. "Herkes istediği gibi yaşasın! Vedat Örfi için söyleyecek yalnız güzel sözlerim olabilir. Böyle aslan gibi iki çocuk vermiş bana. Anasından kalan apartmanları nasıl isterse öyle satıp gönlünce yesin." Annem ona katılmayıp tıpkı dedem gibi söylenmişti. Ben ise Nâzım'ın sözlerini doğru ya da bağışlatıcı bulmamakla birlikte şaşkınlıkla dinlemiştim. İlk olarak babam için böyle konuşan bir kimseyle karşılaşıyordum.

İngiliz kumaşı: Dede torun Dördüncü Vakıf Han'ın önünden karşıya geçtik, Hacıbekir'in arkasındaki bir sokakta bir kapıdan girip bir kat yukarı çıktık. Tüccar terzi bilmem kim. Yahudiydi sanırım. Dedemin çok eskiden tanıdığı ünlü bir terziydi. Kumaş seçerken bir topu işaret ettim. Meğer o İngiliz kumaşıymış. Bunun üzerine terzi dedemin kulağına doğru eğilip, "Çocuğa göre değil, Paşam!" dedi. "Çocuğa"yı yeterince yüksek söylememiş olmalı ki, dedem bu sözü, "Size göre değil, Paşam!" diye anladı. Bir bozuldu yüzü, sertleşti. "Ne kadar, kaça, hesapla bakayım" dedi. Terzi de sezdi dedemdeki değişmeyi, biraz tedirgin, yaptı hesabı, söyledi. "Tamam, bu kumaştan dikiyorsun. Al ölçünü." Dönerken vapurda sordum dedeme terziye niye kızdığını. "Size göre değil diyor, terbiyesiz herif dedi. Terzinin öyle demediğini, "Çocuğa göre değil" dediğini anlatmaya çalıştım ama kabul etmedi. Böylece lisenin onuncu sınıfında dede parasıyla İngiliz kumaşından giysi giyen bir öğrenci çıktı ortaya. M

Muazzez Abla: İçine girdi her topluluğun bir anda bütün ilgilerini üstüne çekerdi. Dedemle Fransızca konuşurlardı. Yanılmıyorsam, Notre Dame de Sion'u bitirmişti. Çok iyi tenis oynadığı söylenirdi. Yaşı ilerlediği halde evlenmemesi kimseyi beğenmemesine bağlanırdı. O günlerde herkesin sözünü ettiği iki Muazzez vardı. Biri Göztepe'de oturuyordu: Atlı Muazzez. Öbürü de Maç-kalı bizim Muazzez Ablamız. Biz bahçedeki çocuklar, hepimiz Muazzez Ablaya vurgunduk, kimimizin ilk sevdası, kimimizin düşsel sevgilisi, kimimizin de umutsuz aşkıydı. Onun bahçeye çıkmasını dört gözle beklerdim. Ne derse yapar, öğrettiği her şeyin doğru olduğuna inanırdım. Melih'le birlikte balon lastikli bisikletimizin önüne bir kişi, arkasına bir kişi alıp rahatça taşıyabiliyorduk. Muazzez Abla, Emel, Suzan, Vedia, dört kızı ikişer ikişer paylaşıp sabahları plaja, akşamları gazinolara götürüp getirirdik. Caddebostan'a, Suadiye'ye...

N Nasihat: Nâzım, Bursa Cezaevi'nde, annemin gözü önünde bana bir 'baba nasihati' vermişti: "Bak oğlum, hiçbir zaman kadınlara 'hayır' denmez, dünyanın en ayıp şeyidir!" demişti. Annem, "Nâzım, çocuğa neler söylüyorsun!" diye araya girince de, "Erkeklik görevi, karıcığım..." diye bu kez İzgen'le benim yanımızda ona sarılmak istemişti. Annem, "Yapma Nâzım, ne yapıyorsun!" diye kızara bozara zor kurtulmuştu kollarından.

R Ran: 1934'te iki yasa çıkarılmış. Biri her ailenin bir soyadı almasını zorunlu kılıyor, öbürü de insanlara değer biçen bütün sanları kaldırıyor. Kim olursa olsun erkeklere bay, kadınlara bayan denecek. Soyadını seçmek için de bir süre vermişler. Uzun bir süre olsa gerek, çünkü annemle Nâzım bu yüzden tartıştıklarında herkes soyadını çoktan seçmiş, işlemlerini yaptırmıştı. Annem zamanında başvurmayanlara hem kütükte uydurma bir soyadı yazdıklarını, hem de para cezası kestiklerini söylüyordu. Nâzım hiç oralı değil. "Ran" soyadını annem seçti. Hiçbir anlamı, çağrışımı olmayan bir sözcük bulduğu kanısındaydı. Yıllar sonra ona, "Anne, Ran'ın anlamı neymiş, biliyor musun?" diye sormuştum. "Hiçbir anlamı yok" demişti. "Ama varmış bir anlamı, şöyle diyorlar; Ran'ı tersten okuyunca nar oluyormuş, nar kırmızıymış, kırmızı da kızıl demekmiş, yani Ran sözcüğü komünistin kısaltılmışı." Şaşkınlığını gizlememiş "Neler düşünüyorlar, nelerle uğraşıyorlar" diye gülmüştü.

R Voleybol: Annem voleybol oyununu ilk Oktay Rifat'la oynadıklarını anlatırdı. Samih Rifat'in 10-sıklı'dan ilerde, sanırım Bulgurlu'da, bahçe içinde bir köşkü varmış. Oktay Rifat annemle Nâzım'ı orada ağırlamış bir gün. Birlikte yemek yemiş, bahçede oyunlar oynamışlar. Bu arada Oktay Rifat onlara Paris'te gördüğü voleybol oyununu anlatarak öğretmeye çalışmış, 1937.