Gölgelerde, evlerde, odalarda, annesinin dizi dibinde durmak istemiyordu o. Sinsice kaçmıştı evden. Önce bir kaç sokak koşmuştu, sonra nefesi sıkışınca yürümeye başlamış, yorulunca da bu kaldırıma oturmuştu

Memleket

EDA ASLI ŞERAN

“... ve hayatımdaki en
güçlü ataerkil sese-
annemin sesine
karşı çıkmaya başladığımda... “

bell hooks

Çoraplarından birinin lastiği çürümüş sürekli kayıyor, ayağının altına toplanıyor. Bayramlık pabuçları da topuğundan epey vurdu gelesiye. Oturduğu kaldırımda önce çoraplarını çekiştirerek aynı hizaya getirdi, sonra eteğini çekiştirip dizlerini örttü. Kumaşı kısa gelince kaçtı elinden etek, poposuna kadar açıldı. Birden içi hop etti, sağına soluna baktı, hayır kimse görmedi. Zaten o güneşin altında ondan başka kimse sokakta yoktu. Bütün kediler, köpekler ve hatta kuşlar; seyyar satıcı amcalar, çeyizci çingene teyzeler ve hatta sokak serserileri gölgelere çekilmişti. Babalarsa işteydi elbette. Kısa kollu gömlekleri, koyu renkli kravatları ve parlayan rugan ayakkabılarıyla sabahın serin saatlerinde babalar işe giderdi.

Gölgelerde, evlerde, odalarda, annesinin dizi dibinde durmak istemiyordu o. Sinsice kaçmıştı evden. Önce bir kaç sokak koşmuştu, sonra nefesi sıkışınca yürümeye başlamış, yorulunca da bu kaldırıma oturmuştu. Yeri gözleri ile şöyle bir taradı. Sağına soluna baktı, ayaklarının dibine. Güzel bir taş bulursa hemen kapıp hazinesine koyacaktı. Böylece “memleket”e vardığında cepleri hediyelerle dolu olacaktı, “sizin için”. Evet, memlekete gidiyordu, düşler vadisine, oğlan çocuklarının her gün ballandıra ballandıra anlattığı, iribaşların su birikintilerinde cirit attığı, çamurdan evlerin sığınak olduğu, oyunun hiç bitmediği, topun yere hiç düşmediği o memlekete gidecekti. Hem de bunu tek başına yapacaktı. O gevrek gülüşlü oğlan çocukları nasıl da dalga geçmişlerdi onunla “ben de geleceğim” deyince. “Sen kızsın oğlummm, gelemezsin bir kere, bizim tırmandığımız yokuşu çıkamaz, duvarlardan atlayamazsın. Hem memleket bizim memleketimiz, biz bulduk, oğlanların orası. Kızlar giremez.” Onlar böyle söyleyince çok içerlemiş, küsmüş, ağlamaya başlamıştı. O ağlayınca, oğlanlar daha da çok dalga geçti. İpek vardı, en iyi arkadaşı, o ise hiç ses etmedi. Ağladığında teselli bile... “Siz götürmezseniz götürmeyin. İpek’le geliriz biz de” diye bağırdı oğlanlara. İpek sustu. Sonra ağzından kırık bir “Ben gelmem” çıktı. İpek’e döndü, hışımla baktı. “Artık benim en yakın arkadaşım değilsin! Korkak” dedi. Ağlaya ağlaya eve döndü.

Ağlamaktan burnu şiş, gözleri kocaman olana kadar, göz pınarları kuruyup yorgunluktan uykuya dalana kadar ağladı. Rüyasında kocaman bir çayır gördü. Koşuyor, koşuyor hiç yorulmuyordu. Her tarafını çiçekler sarmıştı. Kuşlar gelip yanağından öpücük alıyor, tavşanlar dizine dolanıyordu. Uzun kuyruklu rengarenk uçurtmalar rüyasının göğünü kapladı. O şaşakalmış bakarken düş göğüne, her uçurtmanın ipini tutmuş kızlı erkekli çocuklar buluştular çayırın ortasında. İpek de vardı aralarında. Sanki ilk defa görüyormuş gibi baktı ve gülümsedi ona. Mutluydu.

Sabah uyandığında elbette ki “memleket”i görmek isteği yanıp tutuşturdu onu. Uslu bir çocuk gibi annesinin onun için hazırladığı kahvaltıyı etti. Annesi yemek yaparken uslu uslu televizyonunu izledi. Ta ki öğlen uykusu vaktine kadar. Numaradan uykuya daldı güneşin en tepede olduğu o saatlerde. Baktı annesi de uyukluyor sinsice sıvıştı yanından. Sokaklara vurdu kendini. Koştu, koştu... ve sonra yoruldu, olduğu yere oturdu. Ne kadar oyalandığının farkına varmayarak hazinesine neler koyabileceğini dalgınca düşünürken güneşten yanan ensesini kavrayan o el yavrusunu ensesinden yakalayan bir kaplandı artık. Annesi ateş püsküren gözleriyle tısladı: “Evden mi kaçtın sen?”

Evden kaçmak mümkün mü?

Annesi onu yorulmuş otururken o kaldırımda yakalamasaydı inanın, inanın, inanın o da gerçekten o memleketin bir parçası olacaktı. Bir de o meydan dayağını atmasaydı annesi... Kesin bak! Kesin!