Bir çeşit kumpas ve kara propaganda ile cezaevine giren gazeteci, yazar ve Tele1 Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, öncesi ve sonrası ile süreci tüm açıklığıyla paylaştı. Yanardağ, muhalefete ve Filistin meselesine dair görüşlerini de anlattı

Merdan Yanardağ, BirGün Pazar'a konuştu: Biz onları yargılamış olduk

Esat Aydın

Türk İslam sentezi daha fazla güçle şu an iktidarda. Erdoğan’dan beslenenlerin ihtiyaç duyduğu bir rejimle yol alıyoruz. Bugün 14 Mayıs sonrasında sisteminin ortaya koyduğu daha fazla güç ve iktidarla karşı karşıyayız. Hukuk dâhil her türlü mekanizma Türkiye’de olması gereken haliyle değil, siyasal İslam’ın bir ihtiyacına cevap vermek için çalıştırılıyor. Ülkenin bugün yaşadığı sarsıntıları buradan değerlendirmek gerekiyor. Bugün iktidarın gadrine uğrayanların yaşadıklarının da temelinde de bu yatıyor. İktidar kendi siyasal çıkarlarını baskı ve zora dayanarak sürdürme yoluna gidiyor. Bu bir tercih değil iktidar açısından, zorunluluk...

Örneğin çözüm süreci ve öncesinde demokratikleşme paketi içerisinde bir anlamı olan, bugün bir hukuki mülahazada tersten işletiliyor. Milliyetçilik o dönem en güçlü dönemini yaşamıyordu. Erdoğan da milliyetçiliği ayaklar altına aldık diyordu. Bugün Merdan Yanardağ’ın yargılanmasındaki bir yönü ortaya koyabiliyor. Onun bu manevralarını kolaylaştırmaya yarıyor. Bu hafta Merdan Yanardağ, BirGün Pazar’a yaşadıklarını anlatırken Türkiye’ye de bir ayna tutuyor.

Cezaevine giriş sürecinizi konuşarak başlamak istiyorum. Sizinle ilgili önce AKP’li Mehmet Ali Çelebi (ki siz Ergenekon sürecinde kendisine sahip çıkmıştınız), ardından İyi Partili Bahadır Erdem, Kürşat Zorlu gibi isimlerin sözleri sizi hedefe koydu, “savcıları göreve çağırdı” ve süreç başladı. Tabi bunların öncesinde 3-6 Mart döneminde Akşener’e yönelik eleştirileriniz mevcut. Bu toplam üzerinden bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Tutuklanma ve yürütülen kampanya, aslında benim üzerimden muhalif ve bağımsız medyaya gözdağı vererek geri çekilmeye zorlamak amacıyla geliştirilen bir operasyondu. Bu birinci boyutudur. İkinci boyutu ise; benim üzerimden ülkeye korku salarak toplumu sindirmeye yönelik bir kampanyaydı. Yüzde kırk sekizlik büyük muhalefet potansiyelini değersizleştirme ve dağıtma amaçlı girişimin bir parçasıydı. Çünkü, İslamcı-faşist koalisyona “hayır” diyen o yüzde kırk sekizlik –aslında oran daha yüksekti-  toplumsal kesimin etkisizleştirilmesi iktidar için önem taşıyordu. İşte söz konusu bu büyük muhalefet potansiyelini şekillendiren, ona yön gösteren ve sözcülüğünü yapan kurumlardan biri de Tele1 televizyonuydu. 

Dolayısıyla, Tele1 ve benim adım üzerinden geliştirilen operasyon, özünde bütün muhalefete ve bağımsız medyaya bir saldırı, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandırmaya yönelik bir operasyondu. Çünkü, bütün büyük tartışma ve kırılma noktalarında biz vardık. İktidarın niteliği, muhalefetin mücadele tarzı, programı, cumhuriyetin kazanımlarının savunulması, emek hareketi, siyasal İslamcılık  ve şeriatçı kalkışmaya karşı mücadelede ve laitkliğin savunulmasında olduğu gibi,  Abdülhamidcilik gibi spesifik tartışma alanlarda da, siyasal ve entelektüel-kültürel ortama dikey bir müdahalede bulunuyorduk. 

Laikliği sadece CHP değil, sosyalistlerin bir kesimi de uzunca süre bir kenara bıraktı. Oysa, laiklik temel kırılma eksenlerinden biri ve demokrasi mücadelesinin zeminini oluşturuyordu. Sol bu durumun önemini yeterince kavrayamadı. Konunun Kemalistlerin sorumluluğunda olduğunu sandı. Bunun büyük bir siyasi aymazlık olduğunu düşünüyorum. Oysa, ideolojik ve kültürel mücadele, içinden geçtiğimiz tarihsel dönemeçte çok önemli, hatta belirleyici olmasına karşın ihmal edildi. Bu mücadelenin alanlarından biri de laiklikti. Sadece ekonomik ve sendikal taleplerle emekçilerin örgütlenebileceğini, gericiliğin  yenilgiye uğratılacağını, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletileceğini sanmak saflıktı. Bu tutumda ısrar etmek, siyasal, ideolojik ve kültürel mücadelenin önemini tam olarak kavramamak anlamına geliyordu.  

Bana yönelik operasyona gelirsek; Mehmet Ali Çelebi AKP'nin trol ordusunun bir parçası olarak hareket ediyor. İlk tweeti atan kişi o değil aslında. Üzerinde ince şekilde çalışılmış tweet ilk olarak sahte bir hesaptan atılıyor.  Onu ilk yaygınlaştıran kişi AKP milletvekili Mehmet Ali  Çelebi’ydi. Belli ki, parti yönetiminin bilgisi dahilindeki bir girişimdi. Çünkü, hemen aldından sosyal medyada gerici ve faşist güruh bir linç kampanyasına başladığı gibi, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de koroya katılarak harekete geçti. 

İyi Partili bazı yöneticilerin de bu gerici ve faşizan linç kampanyasına katılmasının nedeni açık, bunu biliyoruz. Biz İYİ Parti'nin, Millet İttifakı’nı aşan bir genişlik kazanan, daha önemlisi yaşam içinde oluşan demokratik bloka “ihanet” etmeye hazırlandığını önceden tespit ettik.  

Altılı masayı dağıtmaya kalkmasına karşı en sert tepkiyi biz gösterdik. Ağır denilebilecek bir dille yüklendik ve toplumsal tepkiyi harekete geçirdik. İyi Parti, toplumda da ortaya çıkan ve gelişen bu tepki nedeniyle Millet İttifakı’na döndü. Ancak, ağır yara aldı. Bu durumun sorumlusu olarak da beni ve Tele1’i gösterdiler. Bu durumu bana doğrudan ve dolaylı olarak ilettiler de.. Tartışmalarımız oldu.  

Dolayısıyla, İyi Parti, bana karşı başlatılan linç kampanyasını, demokratik ittifak alanından kopuş için bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Millet İttifakı'ndan kopup kapağı Cumhur İttifakı havzasına atmak için bir gerekçeye dönüştürmeye çalıştı. Çünkü ben, iktidarıyla muhalefetiyle, dokunulmaz olana dokunmuş ve bir tabuyu yıkmış oldum. Böylece İmralı tartışması, görece dar bir çevrenin konusu olmaktan çıktı, geniş cumhuriyetçi toplum kesimlerinin de dikkatini çeken bir olay haline geldi ve ortalık karıştı. Ancak, Türkiye’nin demokratik ve sol güçlerinin, gazeteci dostlarımızın ve aydınların tepkisi nedeniyle linç kampanyası tam anlamıyla başarılı olamadı.  

İYİ Parti'nin ittifakı dağıtma girişimi. AKP'ye ve Erdoğan'a yeni bir beş yıl daha vermenin yolunu açtı.  Bu girişim, “5’li çete” operasyonunun bir parçası olmak anlamına geliyordu. Ben bunu deşifre ettim.

Daha önemlisi; seçim öncesinde, seçim gecesinde ve seçim sonrasında (14-28 Mayıs) yaptığımız yayınlar, benim programlarım iktidarı şimşeklerini üzerimize çaktı. Biz seçimlerin çalınmasının önünde büyük bir engel haline geldik. Muhalefetin bıraktığı boşluğu bir anlamda biz doldurmaya başladık. Abartılı gelebilir ama olay budur.  

Tutuklandığım ilk andan itibaren boyun eğmeyeceğimi ilan ettim. Çünkü Türkiye'nin böyle bir tutuma, bir çıkışa, bir meydan okumaya ihtiyacı olduğuna inanıyordum. Bunun gereğini yerine getirmeye çalıştım. Abartılacak bir yanı yok; bu tutum, kişiliğimin ve müktesebatımın da bir parçasıydı, başka türlü olamazdı zaten.. Ben normal olanı, görevimi yaptım. Tarihe ve halka karşı sorumluluğumu yerine getirmeye çalıştım.

Bu karşı koyuş, gerçekleri açıklama çabası ve kumpası bozma mücadelesi giderek havayı tersine çevirdi.  Bazı kişiler, -ki içlerinde İyi Partililer de var- özür dilemek zorunda kaldılar. Ama sonuç olarak vazo kırıldı bir kez..  

Bu türden operasyonlar için kurulmuş bir tezgâh var. Bir tür “şeytan üçgeni” denilebilir. Bir ucunda ahlaksız troller, bir tarafında savcılık ve diğer ucunda da sulh ceza hakimliği den oluşan bir tezgâh. Eğer bir gazeteci ve medya kuruluşu söz konusuysa dördüncü bir uç daha var; RTÜK… Bu mahkemeler ve kararlar yoluyla geleceğe dönük olarak, demokratik hakları, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlayacak bir içtihat oluşturulmaya çalışılıyor. Çoğu sahte hesap olan, aşağılık, ağzı bozuk ve önemli bir kısmı paralı olan sosyal medyadaki trollerin yaygarası “milli” ya da “toplumsal infial” olarak değerlendiriyor. Buradan hareketle, söz konusu yaygarayı, “toplumun bir kesimini diğer kesimlerine karşı kin ve düşmanlığa tahrik” suçu sayıyorlar. Oysa, gerçek durum tam tersidir. Örneğin; benim dava konusu olan programımdan sonra tek bir sokak hareketi olmamış, tek bir kavga çıkmamış, tek bir çatışma yaşanmamış. Ama sanal alemde yalan ve çarptmaya dayalı, bağlamından koparılmış montaj videolar üzerinden geliştirilen bir yaygara vardı. 

Üstelik milletin büyük kesiminin sosyal medyada olan bitenlerden bundan haberi bile olmuyor. Zaten yoktu. Benim dava konusu olan programdan (20 Haziran 2023) tam beş gün sonra sosyal medyaya yüklenen bir montaj video var. Programın tamamı, aşağı yukarı elli dakika, ilgili konu on bir, on iki dakika kadar, sosyal medyada servis edilen video ise altmış iki saniye. Bakıyorlar biri kendileri için tehlikeli olmaya başladı, onu susturmaya yönelik olarak bir kumpas kuruyorlar. Tele 1 çizgiyi aşıyor, iktidarı zorluyor, toplumun geniş kesimlerine ulaşıyor ve onlar üzerinde etkili oluyor, hemensusturmaya yönelik hesap yapmaya başlıyorlar.

Bu bir kumpastı. Dolayısıyla bu operasyon için yalan, iftira, sahte kanıt gibi her yola başvurdular. Böylece hem bağımsız ve muhalif medyaya gözdağı verip onları geri çekilmeye zorlarız hem de toplumu korkutur ve sindiririz diye düşündüler. Kısacası olay ve süreç böyle özetlenebilir. Ancak başarılı olamadılar.

O günlerde bazı gazeteciler de sizin açıklamalarınız hakkında “kabul edilebilir değil, böyle sözlerin ifade özgürlüğü ile ilgisi yok, yargı kararları çok doğru” gibi sözler de sarf ettiler. Bugünün gazetecilik ekosistemi için ne söylemek istersiniz? Size bu dönemdeki deneyim nasıl bir etki bıraktı? İktidar/siyaset-yargı ilişkisi, gazetecilik mesleğini sürdürmek için nasıl bir ortam var etti? 

O sözünü ettiğiniz gazetecilerin, gazetecilikleri son derece tartışmalıdır. Onlar trol ordusunun bir parçasıdır. Yani entelektüel ve siyasi haysiyet sahibi olduklarını zannetmiyorum. Gazetecilik mesleğinin etik kurallarından da son derece uzaklar. Sonuçta, orada, mahkemede yargılanan bir televizyon programı ve bir gazetecilik faaliyetidir. Ortada Anayasa Mahkemesi'nin ve Yargıtay'ın, benzer konularda ve lehimize içtihat niteliğinde bir dizi kararı var. Kaldı ki, benzer konularda daha “vahim” sözleri söyleyen, ifadeler kullanan AKP'liler ve yandaş gazeteciler de var. Ancak onların hakkında hiçbir işlem yapılmadı. 

Dolayısıyla, bu türden tutumları çok ciddiye almıyorum. Başarılı da olamadılar. Onların entelektüel ve gazetecilik ortamını belirlemekten çok uzak olduğunu ve yandaş medyanın bir parçasını oluşturduklarını düşünüyorum. Bir önemleri yok. Çünkü, destek daha büyük, yaygın ve etkiliydi. Duruşma günü adliye4de izdiham yaşandı. Destek veren, duruşmayı izlemeye gelen ve bu hukuksuzlugu protesto eden bütün dostlarımıza çok teşekkür ediyorum. Ben cezaevindeyken Tele1 ve benimle dayanışma amacıyla düzenlenen gece de böyle oldu; Türkiye’nin bütün ilerici ve demokratik güçlerini birleştiren bir etkinliğe dönüştü. Bunun anlamı büyüktür.

Duruşmayı izleyenler ve medyadan takip edenler bilir; ben yukarıda anlattığım sorumlulukla mahkemede klasik anlamda bir savunma yapmadım. Öyle yapmayacağımı da önceden söyledim zaten. Ben mahkemeye, iktidarın demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırısına karşı, bütün bağımsız ve muhalif medyanın sorumluluğunu alan yerden, bir anlamda “karşı iddianame” sundum. Bütün sonuçlarını da göze alarak, meydan okudum. Zaten cezaevinde önümüzdeki ayın kantin siparişini vermiştim. Savunmamın –ki sözlü yaptım- çerçevesi, içeriği  ve ruhu budur. Beni neden, hangi sıfatla ve ne adına yargıladıklarını sordum. Çünkü savcılık iddianamesi AKP'nin politikalarını eleştirilemez, dokunulamaz, itiraz edilemez bir alan haline getirme çabasını içeriyordu… İktidarın politikalarının önüne bir koruma seti oluşturuyordu. Duruşmada; Savcılık makamının iktidarı mı cumhuriyeti mi temsil ettiğini sorguladım.  

12 Eylül’de de Ergenekon dönemindeki davalarında da yargılandınız. Bir gazeteci olarak geçmişte ve bu dönemde cezaevindeki gazetecilerin ya da cezaeviyle tehdit edilen gazetecilerin üzerindeki baskılar hakkında ne düşünüyorsunuz?  

AKP’nin F. Gülen Cemaatiyle ittifak halinde Cumhuriyeti tasfiye etme ve dinci-faşist bir rejim kurma hamlesinin en önemli etabı olan, dolayısıyla bugünkü Türkiye’nin yolunu döşeyen Ergenekon soruşturmaları sırasında da durum vahimdi. Ülke daha kötüye gitti sadece. O dönemde sahte dijital kanıtlara dayalı soruşturmalar yürütülüyor ve davalar açılıyordu, şimdi, yorum ve varsayıma dayalı olarak suç icat ediliyor. Bu bir Nazi hukuku uygulama girişimidir.

12 Eylül ise, biliyorsunuz bir askeri faşist darbeydi. Çok ağır baskı ve işkence altındaydık. Arkadaşlarımız öldü, idam edildi. Ancak, bütün bu kötülüklere karşın biz o dönemde polis sorgusu bitip askeri mahkemelere çıktığımız zaman formel olarak bir hukuk içinde olduğumuzu ve haklarımızı bildirdik. Kuralları bilirdik. Çok sert bir şey söyleyeceğim; bugünkü yargı sistemi ile karşılaştırıldığında sıkıyönetim askeri mahkemelerinin formel hukuka daha uygun davrandığını söyleyebilirim. 

Bugün Türkiye’de gerçek anlamda gazetecilik yapmak, bir kahramanlık haline gelmeye başladı. Çünkü, ideolojik ve kültürel mücadelenin öne çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Laiklik tartışılıyor, Cumhuriyet tartışılıyor, demokratik hak ve özgürlükler tartışılıyor, kadın hakları tartışılıyor. Zaten sınırlı olan, bir kısmı tepeden inme verilse de –ki bence hiçbir sakıncası yok- uzun mücadeleler sonucu kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler sınırlandırılmaya, hatta bütünüyle ortadan kaldırılmak isteniyor. Patrimonyal sultanist özellikler taşıyan, yani göstermelik seçim sandığına dayalı bir rejim kurulmaya çalışılıyor. Bu bir islamo-faşist rejim inşa etme girişimidir. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi bu dönemde hiç olmadığı kadar eylemli bir ideolojik karakter kazandı.   

Solun büyük hatalarından biri de mücadeleyi, indirgemeci diyebileceğimiz bir yaklaşımla ekonomik ve sendikal taleplerle sınırlamak oldu. Oysa bu olağan koşulları mücadele biçimidir. Sonuç olarak, kamu sektörü başta olmak üzere, sadece sendikal taleplerle sınırlı bir mücadele çizgisinin başarısızlığına tanık olduk. Durum böyle olunca, bu ve benzer konularda mücadele etmek bazı gazetecilerin sorumluluğuna kaldı. Hayat bizi öne çıkarmaya ve siperin en önünde kavga etmeye zorladı. Dolayısıyla gazetecilik çok riskli bir iş haline geldi. Evet, bu riski göze alan insanlar da bunun bedelini ödemeye başladılar. Olay budur. 

Anladım. Şimdi tam da bunu da bunu da bir konuşalım istiyorum. Yani tutukluluğunuz seçimin hemen sonrasında gelişti ve çok ciddi bir muhalefetle de karşılaşmadı oysa tutuklanmanıza ilişkin herhangi bir hukuki durum yoktu. Muhalefet sizin pozisyonunuza gerçek anlamda sahip çıktı mı? 

Benim gözaltına alınmama ve tutuklanmama ilişkin ciddi bir tepki ya da direnişin gösterilmediği tespiti çok doğru değil. Başlangıçta bir şaşkınlık yaşandı, bu doğru. Çünkü, davanın konusu bir tabuydu. Diğer taraftan, tam bayram öncesine, arife gününe, yani insanların tatilde olduğu bir güne denk getirildi. Tartışılan konu CHP'yi zorlayacak bir niteliğe sahipti, onlar bakımından dokunulması çok zor bir tabuydu. 

Cumhuriyetçiler tarafından da yaygın şekilde izlenen birisi, sosyalist bir gazeteci kalkıyor, bu zor ve mayınlı alana giriyordu. Bu nedenle CHP tereddüt etti ilk bir-iki gün. Geri çekilerek uzlaşmaya çalışan ve “yanlış anlaşıldık” gibi teslimiyetçi bir tutum takınılsaydı bu tutum devam ederdi. Ancak tersi oldu. Demokratik kamuoyu ayağa kalktı. İkinci, üçüncü günden sonra durum ve hava değişti, demokratik kayuoyu toparlandı.  CHP özel bir komisyon kurdu, milletvekilleri geldi, gitti. Basındaki hava değişti.  Basın meslek kuruluşları, sendikalar çeşitli demokratik kitle örgütleri harekete geçti. Yani ben söylendiği gibi gazetecilerin ve demokratik kurumların geri çekildiğini düşünmüyorum.  

Doğru, önce bir şaşkınlık yaşandı, ama daha sonra muhalefet toparlandı ve büyük bir destek oluştu. Öyle ki, bu havadan demokratik merkez sağ kesimler de etkilendi; Demokrat Parti, DEVA ve Gelecek Partileri destek açıklaması yaptı. Bir süre sonra İYİ Parti bu baskı ve eleştiriler nedeniyle, “Biz tutuklanmasından yana değildik, yanlış oldu” filan demek zorunda kaldı. Bir anlamda özür dilemek zorunda kaldılar. Bu tablo demokratik kamuoyunun ve gelişen dayanışmanın başarısıdır. Ben onur duydum. Dediğim gibi beklenmedik bir tartışma başlamıştı ve bu nedenle ilk günlerdeki şaşkınlık biraz doğaldı.

Yani tutuklanmayı önleyebilir miydi, başlangıçta hızlı ve etkin bir karşı koyuş?  

Çok emin değilim. Olabilirdi elbette. Yani tutuklanma ile sonuçlanmayabilir, tutuksuz yargılanma olabilirdi. Ama benim davaya gösterilen ve giderek büyüyen demokratik tepki, Ayşenur Arslan'ın tutuklanmasını engelledi. Aşağı yukarı aynı maddelerden suçlandık biz. Yani “terör örgütü propagandası yapmak, suç ve suçluyu övmek” gibi suçlamalar. Ama giderek yükselen demokratik tepki ve giderek yayılan destek, tabloyu tersine çevirdi.  

Şimdi muhalefet cephesindeki ana aktör halihazırda yine CHP ve CHP'nin iç karışıklıkları gündemi sürüklüyor. Muhalefet toplamı için soruyorum muhalefet “pasif agresif” bir tutum içinde görülebilir mi? 

Evet, uygun bir kavram olduğunu düşünüyorum ben de. Ancak, bu olayı birkaç parametreyle değerlendirmek mümkün değil, çok yönlü bakmak gerekiyor. Öyle ki; 12 Eylül'ün etkileri, 1990 dönemecinde dünyada büyük geriye savrulma ve sağa kayış, bunun yarattığı ideolojik yıkım; neoliberalizmin etkisi, piyasacılık, yeni gericiliğin ideolojisi diyebileceğimiz postmodern felsefenin etkinliği bu tablonun oluşmasında belirleyici oldu. Solun önemli bir kesiminin zihin dünyası liberalizm ve postmodernizmle lekelendi.

Yani bir dizi etken var. Esas olarak ideolojik alanda toparlanmadan ayağa kalkmak zordur. Ancak, sosyalist solun ana akım güçleri diyebileceğimiz çevreler, -ki bu alanda köklü devrimci hareketler ve gelenekler var- bu gerici ve liberal dalgaya direndi. Solu ayakta tutan bu güçlerin direnişidir. Ben de gazetecilik yaşamımda, siyasal alanda bunu yapmaya çalışıyorum. Siyasal İslamcılık ve liberalizme karşı ideolojik mücadele yürütülmesi için üzerime düşen neyse onu yapıyorum.  

Siyasal İslam'la ideolojik ve siyasal mücadele, günümüzde bütün riskleri üzerine alan bir mücadeledir.. Tutuklanmamda bu durumun etkisi de büyüktür. 

Diğer taraftan; Türkiye’de uzun bir süredir dürüst bir ideolojik tartışma, tarih tartışması, cumhuriyet tartışması vb. yapılamadı. Çünkü, entelektüel ortam siyasal İslamcılar ve liberaller ile Türk ve Kürt milliyetçiliği tarafından terörize edildi.  

Liberalizm gibi, milliyetçilik de siyasal ve insani bir kusurdur. Yurtseverlik ile arasında ideoljik, kültürel, tarihsel ve ahlaki farklar son derece derindir. Bu anlamda sol, milliyetçi değil, yurtseverdir. Milliyetçilik etnik temelli bir tutumu ifade eder. Bu durum, “ezilen ulus milliyetçiliği” için de geçerlidir. Ezilen uluş milliyetçiliği “hoş görülebilir”, ama benimsenemez. Zaten, bir kusur hoş görülebilir ancak. Liberalizm gibi milliyetçiliği de solculuk ve devrimcilik diye anlatmaya başladığınız andan itibaren ideolojik bozulma derinleşir. Türkiye’de olan budur.

Bu tartışmaları yapmak gerekiyordu. Giderek daralıyorsunuz. Sol belli semtlere, belli alanlara, küçük kültürel ve medya ortamlarına sıkışıp kalıyor. Benim ideolojik ve kültürel alana ısrarla vurgu yapmamın nedeni bu. Bazı tarihsel dönemeçlerde, hatta bütün büyük tarihsel dönemeçlerde esas olarak böyle bir gerçeklik olduğunu, yani ideolojik-kültürel mücadelenin öne çıktığını görürüz. Bu eylemli bir ideolojik mücadeledir. Eylemden, mücadeleden ve yaşamdan kopuk ideoloji, ölüdür. Oysa biz çok normal bir demokratik ülkedeymişiz gibi davranıyoruz. Yoksul eziliyor, sömürülüyor, bitkin düşmüş, ama İslamcı veya faşist partiye oy vermeye devam ediyor, dahası devam da edecek gibi görünüyor. Nedeni basit, “anlı secde görüyor” diyor. İşte burada ideolojik bir mücadele vermeden, ortada bir yalanın olduğunu, bir yanlışın olduğunu anlatmadan o insanı dönüştürmek mümkün değil. Emekçi kitleler için hem yaşamın içinde eşitlikçi bir model ve örnek yaratmak hem de sokakta yanında olmak ve mücadele etmek lazım… Bu mücadele için elinizde ideolojik silahlarınız olacak. Değilse yenilirsiniz. 

Özetle sokakta da bir ideolojik mücadeleden söz ediyorum. Hayatın o kızgın pratiği içindeki bir mücadeleden söz ediyorum. Çünkü, bir süre sonra sol, insan kaynaklarını kaybetmeye başlıyor. Öyle de oldu zaten.  

Şimdi biz CHP sorusuyla devam edelim. Yaklaşan bir kurultay, geçmiş bir İstanbul Kongresi ve Cemal Canpolat'ın gündem olan bir konuşması vardı. Bütün bu bağlam içerisinde ne söylemek istersiniz? CHP değişebilir mi? İmamoğlu ve İstanbul'u yeniden kazanabilir mi? Türkiye'nin önünde yeni bir umut inşa edebilirler mi?  

Bugün Türkiye'nin temel sorunu umut krizidir. Toplum geleceğe ilişkin iyimserliğini yitirmeye başladı. Sadece muhalif kesimlerde değil, toplumun genelinde derin bir karamsarlık, geleceksizlik duygusu ve içine kapanma durumu var. Umut krizinin vuracağı en büyük güç soldur, sosyalist harekettir, ilericilerdir, cumhuriyetçilerdir. Çünkü bu krizin nesnesi emekçi sınıflar ve halktır.  Öncelikle bu umut krizini aşmak lazım. CHP bunun, yani umut krizinin en büyük odaklarından, zeminlerinden biridir. Böyle olması da doğaldır, çünkü toplumsal muhalefetin parlamenter düzeydeki de en büyük gücü bu partidir.  

Dolayısıyla CHP’deki bir tartışma ister istemez solun tamamını da etkiliyor. Bu anlamda, CHP'deki değişim tartışmasının ideolojik, siyasal ve felsefi bir derinlik kazanmasını önemli görüyorum. Parti içi mücadelenin sonucu ne olursa olsun, bu değişim ya da yenilenme tartışmasının kendisi önemlidir. Her halükârda iyi olacaktır bu tartışma, kim seçilirse seçilsin.. Çünkü ilk kez -ki bizlerin de etkisiyle- CHP'nin kamucu ve halkçı niteliklerinden uzaklaştığı, kurucu değerlerden ve ideolojisinden koptuğuna dair eleştiriler yapılmaya başlandı.  

Bunlar bizim de yönelttiğimiz eleştirilerdir. Eleştirilerin içselleştirildiğini ve parti kadroları arasında böyle bir tartışmanın açıldığını görmek iyi bence. Bu tartışma, CHP’yi sola açacaktır. Dolayısıyla kurultay süreci ve değişim tartışmasının başlı başına olumlu olduğunu düşünüyorum. Kim kazanır? Bunu kestirmek zor değil. Belli ki, Kemal Kılıçdaroğlu bir dönem daha genel başkanlık yapacak. Ancak, yerel seçimlerden sonra bir yönetim değişikliğinin olabileceğini düşünüyorum. Eğer bir sürpriz olmazsa, planlamanın böyle gittiği anlaşılıyor. Çünkü, 4-5 Kasım'da CHP kurultayı var; sonra da yerel seçimlere dört ay kalıyor. Dört ayda bir genel başkan değişikliği genelde olmaz.

Diğer taraftan, Özgür Özel'in de bir sürpriz yapabileceğini, yani toplumdaki rüzgârın etkisiyle bir çıkış yapabileceğini düşünüyorum. Özetle değişim tartışması giderek yönü ve kapsamı belli olmayan ve kişilere sıkıştırılmış bir kavgadan çıkmaya başladı. Bu olumlu bir gelişme. Örneğin Ekrem İmamoğlu'nun Oksijen Gazetesine yazdığı yazıyla, son İstanbul kongresindeki konuşma aynı değildi. Oksijen’deki yazı genel geçer neoliberal tezlerin savunulduğu bir yazıydı. İstanbul kongresinde yaptığı konuşmayla arasında dağlar var. Kongre konuşması ise daha sol ve halkçı bir dokuya sahipti. Durum Kılıçdaroğlu'nu destekleyen ekipler akımından da farklı değil aslında. İstanbul il başkanlığına aday olan Cemal Canpolat'ın kongrede yaptığı konuşmaya bakarsanız -onun sert üslubunu ve belediyelere yönelik suçlamalarını bir yana bıraktığımızda- devrimci bir eleştiri yönelttiğini, bu tutumun genel merkezi de aştığını görüyorsunuz.  

Dolayısıyla bu tartışmanın kendisinin iyi olduğunu, yönetimde de bir yenilenme arayışının ve isteğinin bulunduğunu düşünüyorum. Siyaset kitlelere, sokağa belli sembollerle, sloganlarla, simgelerle iner. Kuşkusuz ideolojik ve felsefi bir arka palanı vardır sokaktaki siyasetin, olmalıdır da. Olmazsa olmaz niteliktir bu, değilse kalıcı olamaz ve sonuç alamaz. Ancak, kitleler karar verirken geniş felsefi metinlere bakmaz. Onlar çoğu kez büyük hatalar yapsa da söylenen sözlerin altının dolu olup olmadığını sezgileriyle yakalar. CHP'de, örgütü temsil eden simgelerde de bir değişiklik beklentisi yüksek.  

Son olarak Türkiye'nin ve dünyanın diğer önemli gündemi İsrail Filistin Savaşı'na dair. Neler düşünüyorsunuz? 12 Ekim'de ortak bir bildiri yayınlandı TBMM'de. Türkiye'nin tutumu ABD'nin ve Avrupa'nın İsrail'in ardına dizilmesi hakkında neler söylersiniz? Sorunun ikinci bölümünde de şunu sorayım: dünyada da İsrail’den bir propaganda yürütülüyor. Türkiye'de de bunun karşılığı var Özellikle Hamas üzerinden İsrail savunusu yapan kitleler mevcut. Bu kitleler hem propagandadan etkilenen hem de onu besleyen konumdalar. Sizce Hamas'ın varlığı Filistinlilerin yaşadıklarını, mücadelelerini, gayrimeşru kılar mı? Tarihsel bağlam ne ifade ediyor?  

Hamas tarihsel olarak Mossad'ın ve CIA'in yol vermesiyle Soğuk Savaş döneminde kurulmuş bir örgüt. Tıpkı, daha sonra kurulan El Kaide ve IŞİD gibi.. Siyasal İslamcı bir yapılanma... Sünni selefiliğinin dünyadaki temsilcilerinden biri... Önce bu durumu saptamak lazım.

Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ise seküler milliyetçi örgütlerle Marksist ve sosyalist kurtuluş hareketlerin birlikte bulunduğu bir çatı yapılanmasıdır. FKÖ içindeki en büyük örgüt de El Fetih’tir 

Yaser Arafat’ın lideri olduğu El Fetih, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün de dinemosunun oluşturuyor, Arafat da örgütün liderliğini yürütüyordu. İçinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi devrimci ve Marksist örgütler vardı. Soğuk Savaş döneminde, ABD ve NATO’nun, Sovyetler Birliği ve Sosyalist Bloku kuşatma ve çökertme operasyonunun önemli ayaklarından biri de Müslüman ülkelerde uyguladığı “yeşil kuşak” stratejisiydi. Sola ve sosyalizme karşı, islamcı hareketleri desteklemek ve onları siyasallaştırmak “yeşil kuşak” stratejisinin esasını oluşturuyordu. Bu bağlamda, emperyahlistler Filistin’de de FKÖ’ye karşı İslamcı Hamas’ın oluşumuna yol verdi. Dolayısıyla İslam dünyasında siyasal İslamcı örgütlerin ortaya çıkması ve gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri, devrimci ve sosyalist hareketlere karşı bariyer oluşturma stratejisidir. 

Bu nedenle, modern dönemde siyasal İslamcılık esas olarak bir Soğuk Savaş imalatıdır. Teolojik ve tarihsel temelleri bulunsa da, esası bu durumdur. Yani Eşarilik ve Vahhabilik gibi tarihsel bakımdan selefi akımların yanı sıra, 12. yüzyılda İmam Gazali'nin çerçevesini çizdiği dinci literatür siyasal İslamcılığın ideolojik kaynaklarını oluştursa da, aktüel siyasal islamcılığın temelinde emperyalizm yatar. Tanrı/ inanç merkezli bilgi anlayışı, bu akım ve örgütlerin, tarikat ve cemaatlerin çıkış noktasıdır. Emparyalizm, büyük İslam dünyasını kontrol altında tutmak için bu anlayışı destekledi. Özetle; 20. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan İslamcılık esas olarak Soğuk Savaş döneminde emparyalizm tarafından teşvik ve imal edilmiştir. Bu örgütlerden biri de Hamas’tır.

Dolayısıyla, dinci bir yapılanma olarak Hamas’a, içinde Marksist örgütleri de bulunduran sola açık ve seküler Filistin Kurtuluş Örgütü'nün önünde bir set oluştursun diye, ABD ve İsrail’in de desteğiyle kuruldu. Şaşırtıcı da olsa gerçek budur. Hamas da bütün siyasal islamcı örgütler gibi, sonuçta su içtiği kuyuya tükürdü. Onların siyaset tarzı budur. Buna takiyye diyoruz. Hamas bu nedenle işgal altındaki topraklarda örgütlenebildi. Özetle Hamas'ın böyle kirli bir sicili var.

Durum Türkiye'de de fakklı değildir. Ülkemizdeki siyasal islamcı örgütlerin neredeyse tamamı Soğuk Savaş dönemi ürünüdür. Emperyalizm ve NATO’nun teşviki ile geliştiler. Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne baktığınız zaman, günümüz Türkiyesi’ndeki bütün İslamcı örgütlerin/ partilerin izini bulursunuz.

Diğer taraftan; siyasal islamcı hareketlerin günümüzde bir topluma ya da ulusa önderlik edebileceklerini düşünmüyorum. Olmuyor da zaten.. Afganistan’da olduğu gibi, toplumları bir uygarlık yıkımına sürüklüyorlar. Gazze Savaşı'nın da siyasal İslamcı bir hareketin 21. yüzyılda bir ulusa, bir halka önderlik etme kapasitesinin olmadığını gösterdiğini düşünüyorum. Çünkü Hamas’ın kendi toplumunu/ ulusunu yıkıma götürecek bir savaşı başlatmış olmasını anlamlandırmak mümkün değil. İlk saldırı dalgasında sivillerin ölümüyle sonuçlanan bir tablo yaratıp dünyada İsrail yanlısı bir havanın oluşmasına yol açtı. Çocukların, kadınların, sivillerin ilk saldırı dalgasında öldürülmüş olması büyük bir suçtur. 

İsrail'de de dinci faşist bir iktidar var... Netanyahu iktidarı, daha küçük faşist partilerle koalisyon yaparak yönetime geldi. Hükümeti ele geçirdi, devlete de bütünüyle hâkim olmaya çalışıyor. Ceza kanununu ya da ceza muhakemeleri usulü kanununu değiştirerek bir yargılanamazdık düzeni kurmaya, işlediği suçlar karşısında yargı denetimini engelleyecek düzenleme yapmaya çalışıyor. Bu girişime karşı İsrail halkının büyük bir bölümü aylardır sokaklardaydı, biliyorsunuz. Büyük demokratik ve antifaşist protesto eylemleri vardı, ülke sarsılıyordu. Sokaklar son derece hareketliydi. Hamas'ın saldırısı, işte bu demokratik ve barıştan yana toplumsal hareketlerin ortadan kaldırılmasına yol açtı. Yani Netanyahu'ya altın tepsi içinde demokratik hak ve özgürlükleri askıya alacak bir imkân sunuldu.  Onlar (Hamas) bir devlet krizi olduğunu düşündüler ve bu devlet krizinden yararlanmaya çalıştılar. Ama sonuç olarak merdiven altında üretilmiş birtakım roketlerle İsrail gibi askeri-sınayi kompleksi son derece gelişmiş bir ülkeyi yenilgiye uğratması çok zor. Batı’nın ve ABD’nin,İkinci Dünyü savaşı sırasındaki utanç verici Yahudi soykırımının kefaretini ödemek için kayıtsız şartsız destek verdiği İsrail'e karşı bu yöntemle savaşılamayacağı açık. Bu nedenle Hamas, gerçekte Gazze'nin yok edilmesi için dinci-faşist Netanyahu iktidarına bir gerekçe sundu.  Netanyahu iktidarı da bu fırsatı değerlendirdi. 

Peki, Gazze'de niye Hamas var? Çünkü, Gazze’de etkin olan dinci Hamas, seküler Filistin Kurtuluş Örgütü bütün dünye tarafından tanındığı günlerde, ona karşı bir saldırı başlattı ve Filistin’de ciddi bir iç savaş yaşandı. Filistin mücadelesini bugüne kadar taşıyan çok sayıda FKÖ üyesi gerillayı katlettiler. Filistin ikiye bölündü. Gazze siyasal İslamcı hareket (Hamas) tarafından zorla el konulmuş topraklardır. O yüzden Filistin Devleti iki parçalıdır. Yine bu nedenle Batı Şeria'da savaş yok. Gazze ile Batı Şeria arasında fiziki bir bağ, kara bağlantısı da yok. Batı Şeria’da ise Mahmut Abbas'ın lideri olduğu, şekilsel de olsa bir Filistin devleti var. Ancak, egemen ve bağımsız, kendi maliyesi, bürokrasisi ve ordusu olan; sınırları belirlenmiş gerçek bir Filistin Devleti yok. Birleşmiş Milletler, sembolik nitelikteki mevcut Filistin devletini tanıyor. Geçmişte Gazze de bu devletin bir parçasıydı.


Diğer taraftan, Netanyahu da İsrail halkının tamamını temsil etmiyor. Oradaki gerici ve faşist bir koalisyondur Netanyahu iktidarı. Bir azılık iktidarı olduğu da söylenebilir. Dinci faşist Netanyahu iktidarının işgalci ve kışkırtıcı siyaseti, bu savaşın asıl nedenidir.

Biliriz bavaşlarda önce ve en çok gerçekler kirlenir. Batı medyasında çıkan haberlerde Hamas çocuk hastanesini bastı, yeni doğan bebeklerin boğazını kestiler diye haberler çıkıyor. Bunların tamamı kara propaganda. Ben Hamas'ın da savaş ahlakından, savaşın kurallarından bu kadar kopabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Ama siviller öldü, sivilleri öldürdüler. Sadece İsrailli olduğu için öldürdükleri siviller var. Böylece kendi meşruiyetlerini büyük ölçüde yitirdiler. Ve Gazze'nin belki de yeniden işgal edilmesi için bir gerekçe yarattılar. İsrail yönetimi bunu bir fırsata çevirerek Gazze'yi yıkıyor. Gazze'yi yaşanmaz hale getirerek onu direnişçilerden temizlemeye çalışıyor diye düşünüyorum. Şimdi katliam yapan, dinci-faşist İsrail yönetimidir. Asıl büyük sivil katliam şimdi Siyonistler tarafından Gazze’de yapılıyor. Buna şiddetle karşı koymak gerekiyor.