Bu sefer baltayı taşa vurdum. Moralim çok bozuk.

Bu sefer baltayı taşa vurdum. Moralim çok bozuk.

Çünkü kırk yılda bir müzik sevdim. Aşkım sosyolojik kabuslarla uykumu kaçırdı; müzikal sempatim öylesine bir gürültüyle üzerime devrildi ki, altında ezildim.

Benim melodik reflekslerim çok güçlü değildir. Öyle yeni çıkan müzikleri ve dansları da pek izlemem. Tesadüfen değişik bir şeyler duysam da, genellikle huysuz yaşlılar gibi, burun kıvırma eğilimindeyimdir.

Ama bu sefer başka bir şey oldu. Şu “Apaçi dansı müziği” denilen şeyi duyduğumda içim bir hoş oldu. Kalkıp ben de o basit ve coşturucu notaların çağrıştırdığı istekler doğrultusunda kendimi bilmediğim bir dansa teslim edeyim dedim. Allahtan, hâlâ bir parça sağduyum kalmıştı ki, bunu ortalık yerde denemedim. Bu müziğe ve dansa “aşırı ilgi” gösterdiğimi fark eden arkadaşlarım, bana bunca yıllık imajımı bozmamam gerektiği yolunda çeşitli uyarılarda bulundular.

Ve böylece hevesim kursağımda kaldı. Şimdi sadece bu müziği duyunca başkalarına belli etmemeye çalışarak oturduğum yerde kıpır kıpır tempo tutuyorum. Bu halimi görenlerin şaşkın bakışlarını fark edersem eğer, bağrıma taş basıp – işkencede gık demeyen direnişçiler gibi - tepkisiz duruyorum. Ama tek başıma kaldığımda hemen internetten Apaçi müziğini indirip gizlice keyifleniyorum. Ve kaç gündür, acaba bu müziği cep telefonuma indirsem mi indirmesem mi, diye kara kara düşünüyorum.

*      *      *

Meğer o kadar basit değilmiş her şey. Pek bilinmeyen, ama tehlikeli sayılan sulara girmişim meğer.

Pazar günkü Hürriyet’in birinci sayfasında “33 Apaçi gözaltında” manşetini görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Önce “Amiralimiz sever böyle tanımlamaları; yok ikoncanmış, yok beyaz Türkmüş; şimdi de apaçi!” diyerek es geçmeyi denedim. Zaten gazete, haberi ilk sayfadan çarşaf çarşaf verirken içerdeki devamını bit kadar küçük tutmuştu ve “Apaçi nedir?” veya “Neden Apaçi?” gibi soruları zahmet edip de cevaplamamıştı.

Ama şüphe üzerine bir internet taraması yaptığımda keyfim kaçtı. “Apaçi” kavramı o kadar da masum değilmiş. Ben o iç kaynatan müziği duyunca, ne bileyim, en fazlasından, ağaca bağlı beyaz adamın kafa derisini yüzmeden önce ateş etrafında dans eden Kızılderililer’in sempatik görüntülerini aklıma getiriyordum.

Meğerse şimdi tam olarak çözümlenemeyen bir sosyal grup kendine “Apaçiler” demeye başlamış. Bunlar, az gelirli, az eğitimli, çoğu varoş çevrelerinden yeni kentlilermiş. Yeni bir “alt kültür grubu”ymuş yani. Hani, geçmişte “maganda”, “kıro” falan deniliyordu ya, bunlar sanki öyle bir şeymiş, ya da genellikle öyle tanımlanıyormuş. Kimisi Müslim Baba, kimisi Ferdi Baba, kimisi de Ahmet Kaya meraklısıymış. Aralarında hapçısı da, dövmelisi de, türbanlısı da bulunurmuş. Çakma kıyafetleri, jöleli dik saçları, külhanbeyi tavırları varmış.  

Ve cep telefonlarında da “Apaçi dansı müziği”… “Apaçi müziği kopmaya müsait her ruha hitap eder” derlermiş bunlar…

*      *      *

Anlayacağınız faka basmışım. Kökleri yıllar öncesine uzanan konu son zamanlarda iyice ayyuka çıkmış da, ben uyumuşum. Bir de saf saf Apaçi müziğine vurulmuşum. (Gönül ferman dinlemez derler gerçi…)

Anlaşılan 2011’le birlikte bu konu gündemimizin yıldızlarından olacak. Ben olayın şokunu tam atlatamadığım için henüz ne bu müziğe ve dansa, ne de Apaçi tartışmalarına karşı net bir tutum belirleyemedim doğrusu.

Ama öyle “33 Apaçi gözaltında” deyip de o arada Taksim’de “olağan yılbaşı sarkıntılığı” yapanları ve fiziksel-sosyal olarak onlara benzeyen daha yüz binlerce kişiyi böyle bir uydurma kavramla etiketleyerek tiraja bakma çabasından hoşlanmadığımı biliyorum. Bundan böyle bir yığın suçu ve huzursuzluğu kendine “Apaçi” diyen, jöleli dik saçları ve külhanbeyi tavırları olan insanlara yükleme kolaycılığı yapılacak olması ihtimalinden de rahatsız oluyorum.

Bir de şu “Apaçi” sözüne takıyorum fena halde. Benim bildiğim Apaçi (Apache), Kızılderili kabilelerinin en mücadelecilerinden biri. Bizde neredeyse “Apaçi” ve “Kızılderili” aynı anlama geliyor gibi. Kızılderililer, Amerika’yı istila eden Avrupalılar’a karşı savaştılar. Evet, belki Tommiks ve Teksas’ta da yazdığı ve çizdiği gibi epey kafa derisi yüzmüşlerdir; ama sayıları bir zamanlar 15 milyonken şimdi 2 milyona düştü. Şimdi İstanbul sokaklarında buna paralellik arayacak değiliz inşallah!..

Ayrıca ülkemizde bir zamanlar “Kızılderililer’in Türk olduğu” üzerine çok şey yazılıp çizildi. Mesela, Kızılderililer’in Sibirya’dan, Altay’dan, Tuva’dan, yani tarihî Türk diyarlarından Amerika’ya gittiği; bazı kabilelerin kullandığı 320 kadar kelimenin Türk kökenli olduğu (yatkı/ev, türe/töre, tete/tepe, kuşa/kuş, yengi/yeni, hatta affınıza sığınarak “Niagara”/”ne yaygara”); dahası bine yakın insanın DNA’larını inceleyen Stanford Üniversitesi’nden Richard M. Myers başkanlığındaki bir ekibin Kızılderililer’le Türkler’in benzerliklerini bilimsel olarak saptadığı aynı Türk gazetelerinde haber oldu.

Şimdi Kızılderililik veya bizim açımızdan onun simgesi olan Apaçilik konusunda bol keseden atıp tutarken, balık hafızalılara bu konuyu da bir hatırlatayım dedim. Sonra cümbür cemaat “gözaltına” düşmeyelim diye…


Terminatör’ün sonu
Vaktiyle ondan çok söz edildi. Acaba yeni bir Ronald Reagan olur mu, diye. Ama olamadı. (Reagan önce aktör, sonra California Valisi, ardından ABD Başkanı’ydı.)

Arnold Schwarzenegger, hafızalarda hâlâ önemli ölçüde “eski aktör” olarak kalmak üzere California valiliği görevinden ayrıldı.

63 yaşındaki Schwarzenegger’in yerine, 1975-1983 arasında Californiya Valiliği yapmış olan 72 yaşındaki Jerry Brown geldi. ABD'de 2 Kasımda yapılan ara seçimlerde söz konusu eyalet Demokratlar’ın eline geçmişti.

Schwarzenegger, yedi yıllık valilik döneminde, bir zamanlar hasılat rekorları kıran Terminatör filmlerinin başarısını gösteremedi. Şimdi gazeteler, California’nın dev bütçe açığından söz ederek uğurluyor eski valiyi.

California için cebinden 25 milyon dolar harcadığını söyleyen ünlü oyuncu ise, bundan sonra ne yapacağına karar verememiş durumda. Sinemayı düşünüyor, ama “Sette 6 ay oturup film yapacak cesaretim var mı, bilemiyorum” demekten geri kalmıyor. Görev süresinde en çok iklim değişikliğiyle mücadele üzerinde durduğunu defalarca vurgulayarak, anlaşılan bu alanda “yeni bir Al Gore” olma şansını tartıyor.

Doğrusu ben Schwarzenegger’in ne kadar iyi aktör sayılabileceğini de bilemiyorum. Siyasetçiliği ve devlet adamlığı da ortada.

Her ne kadar ABD yasaları, ülke dışında doğanlara bu hakkı tanımasa da, Avusturya'da doğan ve sonradan ABD yurttaşı olan Schwarzenegger’in aklından bir zamanlar başkanlığın geçtiğini tahmin etmek zor değil.

Schwarzenegger eski vücut geliştirme şampiyonu. 13 yaşından itibaren gece gündüz antrenman yapmış, özel gıdalar almış. 18 yaşında gittiği orduda kendine benzer tanklara şoförlük yapmış. 1965 Avrupa Vücut Güzeli seçilmiş. Sonra Almanya Güzeli. Ardından defalarca Dünya Güzeli.

Okumaya günde ne kadar zaman ayırdığı hiçbir kaynakta yazmıyor, ama vücut geliştirmeye 7-8 saat ayırırmış. 1968'de kapağı attığı ABD'de Herkül filmindeki rolüyle istediğini bulamayan Schwarzenegger, 1982'de Barbar Conan ve 1984'te “tüm zamanların en iyi 100 filminden biri” seçilen Terminatör fimiyle köşeyi dönmüş.

Sadece Terminatör-3 filmiyle 30 milyon dolar kazanan Schwarzenegger'in 22 yaşından beri milyoner olduğu söyleniyor. Hollywood'un en zenginlerin biri olan Schwarzenegger, Starbucks, PepsiCO, Coca Cola ve bir dizi başka şirketin hisse senetlerine sahip.

Boyu 188, kilosu 107, göğüs kafesi 145 cm. Maşallah, vurunca devirir.

Önemli ölçüde de “show’a dayalı” Amerikan siyaset dünyası Schwarzenegger'e bir şans verdi. O pek başarılı olamadı. Şimdi muhtemelen valilik yıllarında biraz sarkan kaslarını yeniden toparlamaya çalışacak, sonra bir-iki filmde daha adını duyuracak. Sonrası…

Sonrası danışmanlara yazdırılarak Hollywood gülüşlü eşliğinde imzalanacak anı kitapları…