Ne çok şey öğrendim ondan ve devrimci yüreğindeki o aydınlık zekadan. Üstelik geçmişi kadar geleceği de öğretici bir mücadelenin nasıl kurulacağını ve neden kurulamadığını anlatmıştı

Merhaba Köksal!

Esmeray Yoğun

Derler ki; Halikarnas Balıkçısı bir yere giderken de bir yerden dönerken de “Merhaba” dermiş. Bu bir veda yazısı değil, gözyaşlarına boğularak yazılan. Hayatım boyunca yazdığım en zor yazı olmasına rağmen bir veda yazısı asla değil. Dost, devrimci, yolcu, şair, örgütçü, yoldaş, derttaş, doktor, emekçi, yiğit, öğrenci, mücadeleci, sendikacı, sevgili Köksal Aydın …!

Ben Köksal’ın devrimci coşkusunun da şiir kokan sesinin de unutulmayacağına yürekten inanıyorum. Köksal Aydın’ı tanıyan herkesin ortaklaşacağı husus tartışmasız ondaki aşkın cesaret ve ümit idi. Güneşli yarınlar için umudunu hiç yitirmeden masmavi bir türkü söyler gibi ördü taşeron mücadelesini. Taşeron önlüğünü üzerine geçirip “başka bir dünya mümkün” diyordu Türkiye’nin her köşesinden her fırsatta.

Lütfen bir veda yazısı gibi okumayın bu yazıyı. İnanıyorum ki ancak onun inançlı mücadelesi ve umudu dağıtabilir gidişiyle içimize çöken bu karanlık hasret bulutlarını. Çünkü Köksal Aydın ve mücadelesi emeğin, alınterinin ve insanca yaşam örüntüsünün heryerindeydi ve dahası değdiği heryere ışıklı bir coşku bırakırdı Köksal.

Biliyorum ki azalmadan, umutla ve dirençle çoğalacaktır onun türküsü. Çünkü içimizi yakan bu adaletsiz yapının karanlık senaristleri, iktidarlarının rahat koltuklarında tarihsizdir, biz ise güneşin tarlalarından ve masmavi denizlerden geçerek, tırnaklarımızdan kan akarak, inanarak, paylaşarak yürüdük bu yolları. O yüzden alacaklıyız yarınlardan ve uğruna nice yoldaşımızı yitirdiğimiz bu haklı kavgadan. Dolayısıyla yok olması mümkün değil kavganın da uğruna yitirdiğimiz yiğit yoldaşımızın da.

Emek mücadelesinin örgütlenmesine verdiği önemle tanımıştım ben Köksal’ı, şaşırmıştım onun anında ve yürekli tavırlarına. Ne kadar bilgili ve ne kadar naif hatta utangaçtı, ama tavır koymasını da çok iyi bilirdi. Beni fena şaşırtan bir kişilik özelliğiydi bu açıkçası. Hem böyle yiğit hem de bu kadar naif nasıl kalabilmişti üstelik kirlenmeden. Tanıdıkça gördüm ki; taşeron hakları için gecesini gündüzüne katan, taşeron önlüğüyle -20 derecede eylem yapıp polisle mücadele eden bu yürekli adam, kendi hakları sözkonusu olduğunda susmayı tercih eden bir çocuktu aslında. Çünkü sol terbiyesi öyle gerektiriyordu. Merak etmiştim bu yönünü ve sormuştum. Dostlarımızdan da aynı Köksal’ı dinlediğimde yanılmadığımı anlamıştım. Neden diye sorduğumda, anladım ki ancak sol anahtarıyla anlaşılabilecek bir sevme biçimiydi bu, bırakın tedavisi teşhisi bile ayıplanan. Ve ne yazık ki yanlış ellerde, fena halde yıpranacak bir kalple sonuçlanması kuvvetle muhtemel bir sevme biçimiydi bu. Üstelik bu yok edici sevme biçimi, çok da yaygındı. Kendine kıymet vermeyi, özen göstermeyi aklının ucundan bile geçirmeden, çevresindekilerin mutluluğu için yok olmayı göze alan nice hikayeye şahitsiniz kim bilir? Masmavi düşleri yok eden, aydınlık güneşli türkülerimizi bir canavar gibi içine çeken, dostlarımızı alıp bizden çok uzaklara götüren bir sevme biçimiydi. Geçmişten gelen geleceğe uzanan bir “vererek varolma hikayesinin” ortasında bir başınaydı tanıştığımızda. Coşku ve inançla yürüttüğü kavgasının çok uzağında, yalnız ve amatördü üstelik bu sefer.

“Ağaç baltaya demiş ki; sen beni kesemezdin ama ne yapayım kesilen ben, kesen yine benden…”

Ben Fransa’ya taşındıktan sonra telefonda uzun sohbetlerimiz oluyordu Köksal’la. Aslında, içten içe şanslı hissediyorum kendimi, ne çok şey öğrendim ondan ve devrimci yüreğindeki o aydınlık zekadan. Üstelik geçmişi kadar geleceği de öğretici bir mücadelenin nasıl kurulacağını ve neden kurulamadığını anlatmıştı bana. Kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, toprakla iç içe köy merkezli diyebileceğimiz kırsal yaşamın kültürel repertuarının neden kaybolmadığını, bunun insanlığın özgün mirasındaki önemini ve yeninin eskiye nüfuz ederken eskiyi nasıl kullandığını, AKP’nin sağlık politikaları başta olmak üzere tüm aygıtlarda bu analizi nasıl da maharetli kullandığını basit ve zekice bir çırpıda özetlemişti.

13 Haziranda yoğun bakımdan çıktığında da öyle umutluydu ki gelecek günlerden. Geçirdiği operasyonun ciddiyeti umurunda bile değildi. Hep çok iyi bir öğrenci olmuştur Köksal. Büyük bir aşkla okuyordu, gerek sendikacılıktan gerek iş yüzünden okuyamadıklarını kaçırdıklarını yakalamaya çalışıyordu iyileşme döneminde. Nasılsın yeni kalp diye sorduğumda, umutla -öğrenecek çok şey yürünecek çok yol var- demişti. Sevginin emek olduğunu ve bu emeğin mücadele ile iç içe olduğunu öyle içlice bilirdi ki dilinden düşürmediği emeğin örgütlenmesinin önemini aşkla anlatırken gözlerinde denizler dalgalanırdı. Şimdi aklımda, yüreğimde onun o her zaman naif duruşu ve yürekli coşkusu.
Ama bu söylediklerin gerçekçi değil demiştim 25 Haziran seçim sonuçlarını konuşurken, gerçekçi olmamalısın zaten, yoksa düşünemediklerinle nasıl mücadele edeceksin demişti. Ne kadar da haklıydı. Köksal’ın devrimci ve çocuksu coşkunluğu beni, seçim sonuçlarının çok ötesinde aydınlık ve özgür düşlere bile taşımıştı böylece.

Aramızdaki yaş farkını unutsam bir ilkokul çocuğunun heyecanı vardı sesinde Köksal’ın diyebilirim. Uzun uzun anlatırdı solu, solun örgütleyemediklerini neden örgütleyemediğini, ortak ve derin yanlışların kaynağını, örgütlenmenin önemini, hasretlerini, sendikadaki gözlemlerini.

Bir de hep umut ve hasretle anlatırdı memleketi Şavşat’a dair hayallerini Köksal, Karadeniz’in çocuksu yeşilliğine olan hasretini. Şimdi Şavşat’ın sonsuz yeşilliklerinde, mücadelenin aydınlığıyla kurulmuş bir sofradan elinde sazın, masmavi titrek sesinle “Merhaba” diyorsun bizlere biliyorum dostum.
Merhaba…! Köksal AYDIN…