Muasır medeniyetten seriliş Ertuğrul’a
Evet, bugün “Avrupa bizi kıskanıyor”, “reis dünya lideri” diyerek böbürlenen, kandırılmış geniş yığınlar, ağır ekonomik sorunlar altında bile, ekonomik politikaların başarılı olduğunu ileri sürebiliyor.
Serhat Halis
Birinci Dünya Hedefi
Kulluksistemine dayalı imparatorluk rejimleri ömürlerinin sonuna gelince, yerlerini boşlukları hızlıca doldurma kabiliyetine sahip burjuva demokrasileri aldı. Kulluk rejiminin kendini şiddetli biçimde gösterdiği Osmanlı hilafetinden kurtulmak da, seküler bir aydınlanmacılığı ifade eden bir burjuva hareketi ile başladı ve Cumhuriyet ile sonlandı.
Kazanımları ve eksileriyle Cumhuriyet, Osmanlı gericiliğinden kurtardığı yurttaşlara; kamusal sağlık ve kamusal eğitim hizmeti verdi. Amaç yurttaşın sağlık, eğitim, beslenme, sanat, spor gibi alanlarda dönemin “çağdaş” ülke insanlarıyla aynı standartlara erişmesi, yani muasır medeniyet seviyesine çıkmaktı. En azından niyet ve vizyon buydu. Bu perspektife göre bir ekonomik ve sosyal kalkınma modeli geliştirildi.Kapitalist piramidin tepesindeki ülkelerin arasında yer almak için ne gerekiyorsa yapılacaktı.
Bu uğurda bilim ve spor gibi disiplinlerde çeşitli uluslararası konferanslar organize ediliyor; dönemin muasır ülkelerinden bilim insanları ve etkili pek çok isim ülkeye davet ediliyordu.Çağdaş Batı’nın bir parçası olmak için bir yandan fabrikalar kuruluyor, demiryolları örülüyorken; diğer yandan alfabe değiştiriliyor, kıyafet kanunları çıkarılıyordu. Medeni hukuk yaşama hızla adapte edilmişti. Amaç muasır medeniyetteki insanın hizmetçisi olmak değil, onunla eşit olmaktı. Mandacılık boşuna kabul edilmemiş değildi. Kapitalist piramidin tepesinde, “birinci dünyanın” bir parçası olmak istiyordu Türkiye.
İkinci Dünya Hedefi
Ancak 1940’ların ikinci yarısında durum hızla değişecekti. Batı’nın gelişmiş ülkeleri arasında yer alamayan Türkiye, kendini bu yeni sürece göre uyarladı. Kapitalist dünyanın bölgedeki karakolu olmayı başarmıştı. İleride, ABD’nin Sovyetlere karşı konumlandırdığı füzelere ev sahipliği yapacaktı. Türkiye, antikomünist hedefler doğrultusunda şekillendiriliyordu.
Artık “birinci dünya” ailesi içinde yer almak gibi bir niyeti ve hedefi yoktu Türkiye’nin. Kendisini “ikinci dünya” ülkesi olarak konumlandırmış ve buna göre hareket eder olmuştu. Sistemini “ara eleman”, “teknik eleman”, “yardımcı eleman” yetiştiren ülke modeline uyarlamıştı. Mühendis ya da bilim insanı değil, “birinci dünyanın” ihtiyaç duyduğu teknisyen ya da şoför ihtiyacını kapatmak üzerine kurulu bir modeldi bu.
“İkinci dünya” ülkelerinin para birimleri, piramidin tepesindeki ülkelerin para birimleriyle eşit değildir; ancak paralar arasında kudretli boyutta bir uçurum da yoktur. “İkinci dünya” ülkeleri kur farkının artmaması için çaba gösterir, aradaki değer farkını kapatmak için uğraşırlar. Bu bağlamda bu ülkelerdeki kur dengelerinde makasın açıldığı ve kapandığı gelgitli dönemler yaşanır. Ancak bu ülkelerde kur farkının artması her zaman için bir endişe kaynağıdır.
Dikkati çeken bir husus da, “ikinci dünyanın” kapitalist ülkelerden ve kuruluşlardan gelen çeşitli yardımlar ve kredilerle beslenmesidir. Bu yolla bu ülkeler Batı kapitalizmine yarı bağımlı hale getirilirler. Nitekim Türkiye 1947 yılında IMF’yle anlaştı, aynı yıl Dünya Bankası’na alındı. 1948’de Marshall yardımları başladı.
“İkinci dünya” ülkeleri Batı’nın belirli oranlarda izin verdiği işçi ve ara eleman ihtiyacını karşılamak için kullanışlı aparatlardır. Bu uğurda çeşitli anlaşmalarla özellikle “ikinci dünyadan” işçi ve ara eleman göçleri yaşanır“birinci dünyaya” doğru. Türkiye de bu uğurda Almanya’yla imzaladığı anlaşma gereği, 21 Ekim 1961’de, geri dönmek üzere giden ancak bir daha geri dönmeyen ilk işçi kafilesini yolcu etti. Sonrasında Almanya’ya gidip dönmeyen kafileler birbirini izleyecekti.
Türkiye “ikinci dünya” ülkesi olmayı uzun yıllar kabullendi. AKPiktidarı da kendini bunun üzerine bina etmişti; ancak kötü ekonomi politikaları, yandaş kayırma üzerine kurulu sistem, gizli kapaklı ihaleler, kayıp milyar dolarlar, boşaltılmış Merkez Bankası, akıbeti bilinmeyen Varlık Fonu, saldırgan dış politika ve liyakatsiz kadrolarla birlikte; ekonomi çöktü. Mevcut çöküş içinden çıkılamaz bir boyutta. Türkiye artık neredeyse bir üçüncü dünya ülkesi.
Üçüncü Dünya Hedefi
“Üçüncü dünyanın” en belirgin özellikleri; zengin ve despotik bir yöneticiler, insan hakları ve demokrasinin işlevsizliği, gazetecilerin hapsedilmesi, işkenceler, yoksul bir halk, kolluk kuvvetlerinin-savcının-hâkimin keyfi uygulamaları, ülkeden kaçmak isteyen geniş genç nüfus,değersiz para birimi, ucuz işgücü, siyasal ve toplumsal etik çöküş, şiddetin gündelik ilişkilerin bir parçası olması gibi unsurlar olarak belirir. Görüldüğü üzere resmini çizdiğimiz şey, bugünün Türkiye’sini anlatıyor adeta.
“Üçüncü dünya” diye adlandırılan yoksulluğun ve şiddetin yoğunlaşmış ve cisimleşmiş olduğu ülkelerde, ucuz işgücü Batı için bir köle emeğine döner. “İkinci dünyadaki” ucuz işgücü, Batı’nın kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kurulu olarak şekillenmiş olan, Kapitalist merkezlere doğru akan işçi ve ara eleman göçünü ifade eder. Ancak “üçüncü dünyada” durum biraz daha farklıdır. Buradaki sömürü, sayıları milyonları bulan ucuz işgücünün, kendi yurtlarında sömürülmesidir. O yüzden burada köleler Batı’ya göç ettirilmez, Batı’nın kendisi kölelerin topraklarında konuşlanır ve burada artık ucuz işgücü tam bir köle emeğine dönüşür.
İlginç şekilde tıpkı “üçüncü dünyada” olduğu gibi, bugünün Türkiye’sinde de; geliri alaşağı edilmiş olan halkın yoksulluğundan nemalanmaya hazırlanılıyor ve ucuz işgücü pazarlanıyor. Evet, şu an yürütülen propagandalardan biri; mevcut ekonomik çöküş ve TL’nin değer kaybının, dış yatırımcıyı çekecek ucuz bir işgücüne dönüşeceği ve bunun da ekonomik bir model olarak bir çıkış sağlayacağı üzerine kurulu.
Burada, “birinci dünyaya” işçi götürülmez artık, bu muazzam ucuz köle emeği, kapitalist firmaların direkt bu topraklardaki sömürüsüne döner. Böylelikle kan emici büyük firmalar bu gibi ülkelerin herbir yanına girerek, köle emeği üzerinden servet edinirler. Evet, bugün AKP’nin yeni ekonomik modeli tam olarak, ülke insanının emeğini bu şekilde “ucuz işgücü” adı altında köleleştirmeyi öngörüyor. Bunu açık şekilde yandaş televizyon kanallarının ana haber bültenlerinde dile getirdiler.
“Üçüncü dünyanın” bir başka özelliği de, bu ülkelerin para birimleri, dolar karşısında anlamsız denecek kadar zayıftır. “İkinci dünyada” birkaç kat olarak gördüğümüz değer farkı, burada artık 10 hatta 20 katlara çıkar. Yani aynı zaman içerisinde, aynı emeği harcayarak, aynı işi yapan birinci dünyadaki bir kişi, üçüncü dünyadakinden 20 kat daha fazla kazanır. Ancak üçüncü dünyada bu kur farkı ve paranın değersizliği kabullenilmiştir ve tüm ekonomi bu kabullenme üzerinden yeşerir. Bu ülkelerde kuru düşürmek gibi bir çaba neredeyse görülmez.
Gelinen aşamada doların 13 lirayı gördüğü Türkiye’de de, AKP’nin mevcut tabloyu kabullenmiş olduğunu anlıyoruz. Yapılan açıklamalar, düşük faiz politikasının devam edeceğini ve “düşük değerli TL”nin kabullenildiğini ve bunun bir ekonomik model olarak kullanışlı olduğunu ileri sürüyor. Evet, tam da “üçüncü dünya” ekonomilerinde olduğu gibi, düşük değerli para birimi üzerine kurulu bir ekonomik sisteme alıştırılmaya çalışılıyor atmosfer.Muasır medeniyetten, üçüncü dünyaya ışınlanma öyküsü bu.
Diriliş Ertuğrul’dan Seriliş Ertuğrul’a Bir Çöküş Hikâyesi
Bugün “Avrupa bizi kıskanıyor”, “reis dünya lideri” diyerek böbürlenen, kandırılmış geniş yığınlar, ağır ekonomik sorunlar altında bile, ekonomik politikaların başarılı olduğunu ileri sürebiliyor. Kuşkusuz böylesi bir akıl tutulmasının altında, sistemin kendisini iyi kurduğu propaganda alanları gelmekte. Yandaş televizyon kanallarıyla adeta hipnotize edilmiş yığınlar, tüm bu tabloya rağmen “dünya lideri” oldukları yanılsaması içindeler. Ellerinde kılıçlarla izledikleri “Diriliş Ertuğrul” gibi diziler elbette bu atmosferi yaratan önemli unsurlar.
Oysa verili tüm tablo, Türkiye’nin artık yoksullaşmış bir “üçüncü dünya” ülkesi olduğunu ortaya koyuyor. Ekonomide diriliş diye anlattıkları şey, aslında bir yerlere seriliş hikâyesi. Türkiye demokrasisi, ekonomisi, politikasıyla yere serilmiş durumda. Milyonların “Diriliş Ertuğrul” diye izledikleri şey aslında bir “Seriliş Ertuğrul” hikâyesi…