Dizi boyunca, “Neden buraya, yani bu dünyaya geldik?” sorusunun peşine düşüyoruz. Ancak bu yolculuk, karakterimizin annesinin rahmine geri dönme hikâyesiyle, “Neden buradan, yani bu dünyadan kaçmak istiyoruz?” sorusuna dönüşüyor.

Muazzam bir çağ eleştirisi

Murat Tırpan - Akademisyen, Sinema Eleştirmeni

Dikkat bu yazı spoiler içerebilir! 

Berkun Oya’nın kaleme aldığı ve yönettiği Kuvvetli bir Alkış’ın ilk bölümünden sonra seyirciler yine iki ayrı kampa bölündü: Bir yanda, diziyi zorla izleyip “Hayatımda gördüğüm en kötü işti” diyenler; diğer yanda ise, “Bu, Oya’nın şimdiye kadarki en büyük başyapıtı” yorumunu yapanlar. Görünen o ki, Oya’nın bu son eseri, izleyicileri memnuniyetin zirvesine çıkarıp orada bir çay molası vermeye zorluyor ya da onları derin bir hayal kırıklığı uçurumuna itiyor. Çözüm sunmaktan ziyade soruları havada bırakma geleneğini sürdüren Oya (bu dizide, zaten iç karartıcı bir durumda olan anne karnına geri dönüşün neyi çözeceği meçhul), hayatı bir kolaj sanat eseri gibi sunmayı tercih ediyor. Bu yaklaşım, bazen eserlerini tatmin edici bulmayı zorlaştırıyor.

Kuvvetli bir Alkış da tam olarak böyle bir dizi: Tartışmalı, yer yer kahkahalara boğan, bol göndermeli, karmaşık ve sonu belirsiz. Bir yandan entelektüel bir ziyafet sunarken, diğer yandan “Bu final neydi şimdi?” dedirten bir sonla, izleyiciyi adeta bir duygu tsunami’sinin ortasında bırakıyor. 

Dizinin adı Kuvvetli bir Alkış olduğuna göre bir performanstan bahsediyor olmalıyız. Hayatın bir performansa, bir gösteriye dönüşmek zorunda olduğu bir durumdan... Bol bol görüyoruz zaten bu performansların, Jungcu personaların bizi ne trajikomik hallere düşürdüğünü. Öyleyse ne yapmak lazım, kahramanımız gibi Freudcu bir regresyonla anne karnına dönmeye çalışmak çözüm mü? 

Dizi, regresyonu, genellikle bir yetişkinin köşeye sıkıştığında çocukluğunun masumiyetine kaçış bileti olarak gördüğümüz şeyi, biraz ters köşe yapıyor. Burada regresyon, öyle aman aman bir Disneyland kaçamağı değil, daha çok acılarını bastırmaktan başka bir çare bilmeyen bir ebeveynin bıraktığı kaos ve kırıklarla dolu. Yani, ana karakterimiz daha ilk dakikadan itibaren “buradan kaçış yok” tabelasını asmış durumda. Ve bu durumun sonrası, evet, gerçekten de baştan aşağı bir absürtlük festivali. 

Dizi boyunca, “Neden buraya, yani bu dünyaya geldik?” sorusunun peşine düşüyoruz. Ancak bu yolculuk, karakterimizin annesinin rahmine geri dönme hikâyesiyle, “Neden buradan, yani bu dünyadan kaçmak istiyoruz?” sorusuna dönüşüyor. Finalde karakterimizin başardığı bu kaçış numarası, izleyiciyi hayli tatmin etmekten uzak an yaşatıyor. “Evet ve?” diye sorarken buluyoruz kendimizi. Çünkü neden bu dünyadan kaçmak istiyoruz sorusunun devamı da olmalı, anne karnına dönmek bu absürdlükten daha mı iyi? Oya’nın yaptığı final, dizinin alkış isteyen adından da anlaşılacağı gibi hayatın büyük bir gösteri/performans olduğunu, bazılarımızın bu gösteride rol almaktan imtina edebileceğini vurguluyor. Ancak, şovun sonunda sahne arkasına geçtiğimizde, “Peki, şimdi ne olacak?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Bu, dizinin yaşamın absürtlüğü üzerine kurduğu dersi verdiği yer; ancak bu dersin sonunda “peki, bu absürtlükle nasıl başa çıkacağız?” diye bir rehberlik yapmaktan kaçınıyor.  

Dizinin iki hamile kadının bir bankta yan yana oturduğu, doğmamış çocukların konuştuğu sahnesinde bizi birbirinden çetrefilli varoluşsal düğümlerin esprili bir dokuması karşılıyor. Bu absürt tiyatronun kalbinde, hayatın saçmalıklarıyla yerinde durup mücadele etmek ve rahmin şüpheli konforuna nostaljik bir sıçrayış olan regresyonun cazibesine kapılmak üzere iki farklı başa çıkma mekanizması sahneye çıkıyor. Dizide, solcu jargona sahip çocuğun, hayatta baş etmenin yolunun belirli bir ideolojik tavır ve sosyal sorumluluk tavrı ile mümkün olabileceğini öne sürmesi, izleyicileri hayatın karmaşıklığı ve mücadelelerine karşı bir duruş geliştirmenin önemine dair düşündürüyor gibi ancak, dizinin ilerleyen bölümlerinde bu iki çocuğun yetişkin olarak tekrar karşılaşmaları ve birinin diğerini hatırlamasına rağmen, diğerinin bu hatıralardan tamamen uzaklaşmış ve başlangıçta savunduğu ideallerden sapmış olması, izleyicilere hayatta tutarlı bir duruşun sürdürülmesinin mümkün olmadığını söylemiş oluyor. Dizi boyunca öğrendiğimiz gibi, hem yerinde durup mücadele etmek hem de regresyon aracılığıyla geriye kaçış, absürt bir yaşamla başa çıkma konusunda başarısızlıkla sonuçlanıyor. Oya’nın klasik tavrı aslında bu, Kısacası, izleyicisini hayatın karmaşık soruları ve absürtlüğüyle yüzleşmeye davet ediyor, ancak davetiyeyle birlikte asla yol haritası göndermeyi istemiyor.  

Hayat, bu iki mekanizmayı da acımasızca test ederken, kahramanımızın ve onun çevresindeki diğer karakterlerin deneyimleri, ideallerin zamanla nasıl sınavdan geçirildiğini, gerçekle hatıraların ve idealizmin çatışmasının nasıl bir içsel yolculuk yarattığını gözler önüne seriyor. Bu yolculukta, hem durmak ve mücadele etmek hem de geriye dönme arzusu, absürt bir yaşamın labirentinde yolunu kaybetmiş iki strateji olarak ortaya çıkıyor. Ancak, bu mücadelede net bir zafer yok; yalnızca daha fazla soru, daha fazla düşünce ve hayatın absürtlüğüyle başa çıkmanın sonsuz arayışı var. 

Berkun Oya’nın sinema ve televizyon dünyasındaki gezintileri, adeta bir labirentin içindeki kaybolmak gibi. Bir Başkadır’da bizi, farklılıklarımızla nasıl barışık yaşayabileceğimizi sorgulayan bir yolculuğa çıkarırken, Cici ile babalarımızın gölgesinde büyümenin ve sonunda bu gölgeden sıyrılmanın hikâyesini anlatıyordu. Ve tabii ki, Kuvvetli Bir Alkış ile hayatın saçmalıklarıyla başa çıkmanın, durup dururken anne karnına geri sıçrama isteğimizin absürd bir hikâyesini sunuyor. 

Berkun Oya, her seferinde bizi, çözümlerden ziyade sorulara, netlikten ziyade karmaşıklığa davet ediyor. Bir Başkadır’ın sorusu “Peki, bu başka olan içerisinde ne yapacağız?” iken, Cici’de sanatın rehabilite edici gücünü, yani aslında babalarımızla hesaplaşmanın bir film çekimi aracılığıyla nasıl hafifletilebileceğini işliyor. Her iki eserde de Oya, bizlere bir çözüm sunmak yerine, bir dizi soruyla baş başa bırakıyor. Kuvvetli Bir Alkış hayatın absürd tiyatrosunda, bazen geriye kaçmanın, bazen de yerinde saymanın çıkmazını gözler önüne seriyor. Oya, bu eserlerinde, sanki bir yüzeyde yansıyan binlerce renk gibi, hayatın ve insan ruhunun karmaşıklığını, çelişkilerini ve güzelliklerini ortaya koyuyor. Ve bize, belki de asıl mesele, çözümleri bulmak değil, bu karmaşayla nasıl dans edeceğimizi öğrenmek olduğunu fısıldıyor. 

Sonuç olarak, Berkun Oya’nın eserleri, bir çeşit entelektüel sinemasal terapi oturumları gibi. Bize, net cevaplar aramaktan ziyade, sorularla yaşamayı, karmaşıklığı kucaklamayı ve belki de en önemlisi, hayatın sahnesinde kendimize bir rol biçmeyi öğretiyor. Ve bu roller, bazen bir geriye kaçış, bazen bir yerinde duruş, bazen de bir sanat eseri yaratmak olabiliyor. Ancak Oya’nın kalemi, hepimizi, hayatın bu büyük gösterisinde kendi yolumuzu bulmaya, kendi hikâyemizi yazmaya davet ediyor. Ve bu davette, her zaman biraz mizah, biraz ironi ve bolca insanlık var. Bu karmaşıklığı ve belirsizliği sevmeyebiliriz, diğer çocuk gibi hayatta bir duruş sahibi olmanın tarafında olabiliriz ama Oya hayatın absürtlüğünü hüzün ya da komedi içinde tarif ettikçe “işte bu” demeden de kendimizi alamıyoruz.