Film insanlık tarihini, ‘komünizm esaretinden kurtularak özgürleşme’ öyküsü olarak özetleyen görüntülerle biter...

Film insanlık tarihini, ‘komünizm esaretinden kurtularak özgürleşme’ öyküsü olarak özetleyen görüntülerle biter. Bu görüntüler içine özgür dünyanın yani Batı kapitalist sisteminin desteklediği darbeler, yetiştirdiği işkenceciler, sebep olduğu savaşlar ve katliamlar, yarattığı eşitsizlikler, yoksulluk ve çevre felaketlerinin hiçbiri girmez

“Özgürlük Yolu” en bayağısından bir propaganda filmi. İnsan bazen şaşırıyor, hâlâ böyle filmler yapılabildiğine. Ama belki de tam da böyle filmlere uygun bir zamanda yaşıyoruz. Kapitalizmin krizi derinleştikçe, komünizm korkusu da alevleniyor olsa gerek.

Konuya girmeden bir varsayım yapalım. Diyelim ki ülkemizde “Milli Coğrafya Derneği” diye bir dernek olsun ve bu derneğin “Milli Coğrafya” diye bir de dergisi olsun (Milli yerine Ulusal sözcüğü de olabilir). Bu dergi bazen ordunun tank, helikopter ya da savaş uçağı gibi - eski ve yeni “anti-militarist milli görüşçülerin” yıllardan beri yapmayı hedefledikleri türden -savaş araçlarını kapağına taşısın. Sonra bu dergi yine milli (ulusal) düşmanlarımızın geliştirdiğini varsaydığı ama aslında olmayan silahları da “kitle imha silahları” diye kapak konusu yapsın. Böyle bir dergiyi aklı başında, sol duyu sahibi kimse ciddiye almaz sanırım. “National Geographic” dergisi tam da böyle bir dergi. Amerikan uçak gemilerini de, Irak işgalinin eşiğinde kitle imha silahlarını da kapağına taşıdı. Derginin kapsama alanı bütün dünya ama adındaki milli, Amerikan çıkarları bütün dünyayı kapsadığı için yanlış değil. İmparator devlet için bütün dünya milli mesele olacak elbette.   İşte bu dergi sinema işlerine de el atmış ve yapımcıları arasında olduğu filmlerden biri de karşımızdaki “Özgürlük Yolu”. Bu filmin ilkel bir biçimde anti-komünist propaganda yapmasına şaşırmamak lazımdı, şaşırmadık.

YALANCININ FOYASI
Filmin bize gerçekmiş gibi sunduğu öykü aslında uydurukmuş, o da ayrı hikâye. 1956’da Slavomir Rawicz adlı Polonyalı bir subay, “Uzun Yürüyüş” adında bir kitap yazmış ve güya Sibirya’daki Sovyet esir kampından nasıl kaçtığını anlatmış. Kitap çok satmış, yazarını zengin etmiş ama yalancının foyası 50 yıl kadar sonra olsa da ortaya çıkmış sonunda. Meğerse kitabın yazarı birkaç yıl yattıktan sonra serbest bırakılmış. Yani öyle kaçma falan olmamış. Belki ayrılırken “hadi ben kaçayım artık“ demiştir, orasını bilmiyoruz.

NE ROMANS NE REKABET
İşte bu fanteziye göre Sibirya’daki bir esir/mahkum kampından Polonya, Amerika ve Rusya menşeli bir grup mahkum firar eder. Grubun liderliğini Janusz adlı Polonyalı subay yapar. Polonyalı savaş sırasında casusluk yapmıştır galiba. Yapmışsa olsa olsa Naziler için yapmıştır casusluğu. Amerikalı ise kendini MR. Smith diye tanıtan biridir. Neden bu kadar gizemlidir bilinmez. İddiasına göre Büyük Bunalım’dan kaçıp SSCB’ye gelmiştir. Rus, insanlıktan pek az nasibini almış adi bir mahkumdur. İçlerinde Stalin’i seven tek kişi de odur, doğal olarak. Başkaları da vardır aralarında ve hepsi de İngilizce konuşurlar. Bu grup inanılmaz bir yolculuk yaparak Sibirya’dan Hindistan’a kadar yürür. Kimi yolda ölür ama kimi de kurtulur. Bütün bu yolculuk ne inandırıcıdır ne de heyecan verici. Zaten çoğu kahramanı birbirinden ayırt etmekte güçlük çekeriz. Yolculuklarının bir noktasında aralarına Polonyalı firari bir genç kız katılır ama bu erkek grubunda yaprak kıpırdamaz. Ne bir romans filizlenir, ne de bir rekabetin izlerine rastlanır. Kampta çok şap mı yemişlerdir, bilemeyiz. Film insanlık tarihini, “komünizm esaretinden kurtularak özgürleşme” öyküsü olarak özetleyen görüntülerle biter. Bu görüntüler içine özgür dünyanın yani Batı kapitalist sisteminin desteklediği darbeler, yetiştirdiği işkenceciler, sebep olduğu savaşlar ve katliamlar, yarattığı eşitsizlikler, yoksulluk ve çevre felaketlerinin hiçbiri girmez. Komünistler, sosyalizm deneyimini umarım bir gün kendileri adam akıllı ele alırlar, hakkıyla eleştirirler, nasıl kokuştuğunu irdelerler de meydan bu yalancı pehlivanlara kalmaz. Ama komünistlerin böyle işler yapmaya gücü de niyeti de şu anda yok gibi. Özgürlük Yolu’nun tek güzel yanı, manzara fotoğrafları. Peter Weir gibi usta bir yönetmenden beklenmeyecek kadar yavan bir film bu, kısacası.

KADININ FENDİ
Eşit işe eşit ücret!

Kadın işçilerin grevi, erkeklerin de çalışamamasına neden olunca, cinsiyet bazında bir bölünme başlar.

“Kadının Fendi” hoş ve de üstelik boş olmayan bir film. Ama derin bir etki bırakmak için fazla basit, fazla karikatürize ne yazık ki. 1968 Mayısının püfür püfür esen özgürleştirici rüzgarı, Birleşik Krallık’ta, Dagenham’daki Ford fabrikalarının boğucu derecede sıcak atölyelerinde kendini içten içe hissettirmiştir. Ford otomobil fabrikalarında 50,000’in üzerinde erkek işçi çalışırken, kadın işçilerin sayısı 200’ü bile bulmaz. Boğucu sıcak atölyelerde elbiselerini çıkararak koltuk döşemeleri diken kadınların emeği “niteliksiz emek” olarak değerlendirilmekte ve kadınlara en düşük düzeyden maaş verilmektedir. Kadınlar, nitelikli emekçi olduklarını ve erkek işçilerle aynı işi yapıyorlarsa aynı ücreti almak istediklerini söylerler. Kısacası “eşit işe eşit ücret” isterler!  Kendilerine destek olan erkekler vardır. Ama her sınıftan ve her seviyeden erkeğin de tepkisini çekerler. Kadın işçilerin grevi, erkeklerin de çalışamamasına neden olunca, cinsiyet bazında bir bölünme başlar. Sarı sendikacılar, işveren temsilcileri, kadın işçilerin kocaları, kısacası akla gelebilecek her türlü kaynaktan gelen direniş kadınları yıldırmaz. Öte yandan sınıfları aşan bir kadın dayanışması da yaşanır. Ford’un bir üst düzey yöneticisinin eşi, hükümette görev alan bir kadın bakan da işçi kadınlara kendi çaplarında destek verirler. Kapitalistler o dönemlerde yönetim becerilerini henüz bu kadar inceltmiş ve yetkinleştirmiş değiller galiba. Ya da film her şeyi fazlaca basite indirgemiş. Her şey nihayetinde yağdan kıl çeker gibi gerçekleşiyor, evdeki eşyaların yoksulluk nedeniyle satılmasından, bir işçinin intiharına kadar son derece ağır olaylar bile fazla iz bırakmasına izin verilmeden geçip gidiyor. İşçi lideri Rita (Sally Hawkins) dışında karakterler de bir derinlik kazanmıyor, karikatürün ötesine pek geçemiyorlar.  Film “kendini iyi hisset filmi” kategorisinden ayrılmamak için elinden geleni yapıyor. Başarıyor da. İçinde Marx’tan alıntılar yapılan, işçi sınıfı mücadelesini ve kazanımlarını yücelten bir film zaten insana kendini iyi hissettirirdi, bu kadar ekstra çabaya gerek yoktu. Sonuçta: Gidin ve kendinizi iyi hissedin! Yaşasın işçi sınıfının haklı mücadelesi!

Son bir not: Film koskoca Büyük Britanya’nın büyük patron ABD’nin dümen suyundan ayrılmakta nasıl güçlük çektiğini de gösteriyor. Kısacası parayı veren düdüğü çalıyor.