Mükemmel günler

Semiha Durak / Londra

‘Gündelik şeylerin güzelliği’ Japon filozof Yanagi Sōetsu’nun 1933 yılında yazdığı kitaba verdiği isim. ‘Şeyler’ derken eşyalardan söz ediyor Yanagi. Sıradan insanlar tarafından üretilmiş, günlük hayatta her gün kullanılan, basit, sade, iddiasız, kendi halindeki objelerden. Ama bütün bu objelerin ardında, insana ve hayata dair anlamlarla dolu bir felsefe gizli. Yanagi’nin öncülük ettiği Mingei hareketi güzelliğin, ismini bilmediğimiz zanaatkarlar tarafından yaratılan el yapımı, gündelik nesnelerin doğasında olduğu felsefesine dayanıyor.

Mingei; insanlar, nesneler ve çevreleri arasındaki uyum üzerine kuruludur. Ve bütün bu uyumu bozan makineleşmeye, seri ve aşırı üretimin beraberinde getirdiği özensizlik ve kalitesizliğe karşı bir duruştur. Emeğin ve yaratıcılığın üretimdeki yerini ve sanayileşme ile kaybedilen anlamını yeniden bulup getirmeye çabalar. Doğayla bütünleşmeye, hakikate, sadeliğe, ahenge ve değere özlem duyar, nostaljiktir. 

Wim Wenders’ın ‘Mükemmel Günler’ filmini izleyene kadar, Yanagi’nin söylediklerinin yalnızca demlikler, kaseler ya da oyuncaklar ile ilgili olduğunu sanıyordum. Ama Tokyo’daki tuvalet temizliği işçisinin hikayesinin anlatıldığı film, beni zamanı, mekânı, hayatla kurduğumuz ya da kaybettiğimiz bağları sorguladığım, günler süren bir yolculuğa çıkardı. Belki biraz fazla okudum filmi, bilmiyorum; ama öyle bile olsa, obje ya da sanat eseri olarak bir sinema filminin yapmak istediğini başarmış oluyor film. Sanat ve felsefeyle harmanlanmış, disiplinlerarası bir sorgulamaya taşıyor insanı. Sarsıyor. 

Romanların, öykülerin ve şarkıların metafor olarak kullanıldığı, çok katmanlı bir film Mükemmel Günler. Wenders’ın sessiz karakterlerinin açıkça göstermediği geçmişlerine, hikayelerine dair ipuçları William Faulkner’in Çılgın Palmiyeler’inde, Aya Koda’nın Ağaç’ında, Patricia Highsmith’in kısa öykülerinden birinde ya da film boyunca kasetlerden dinlediğimiz eski şarkıların sözlerinde gizli. Filme, sanki arkeolojik kazı yapar gibi, katmanlarına ayırıp baktığımda, yalnızca Japon estetiği ve felsefesi değil, Faulkner’in satır aralarına gizlenen Schopenhauer ve Spinoza’nın felsefeleri de çıkıyor. Wenders, Spinoza'nın iyimser sevinci ile Schopenhauer'in karamsar kederi arasındaki zıtlığı kadrajında yakalıyor. 

***

İki saat süren ve oldukça yavaş akan bir film Mükemmel Günler. Aksiyon, gerilim ya da görüntü efektleriyle süslenmiş sahneler yok. Tokyo' daki küçük evinde, tek başına yaşayan Hiramaya her sabah aynı saatte sokağı süpüren yaşlı kadının sesiyle uyanıyor. Çalar saat yok. Yalnızca izin günlerinde taktığı kol saati hariç saat kullandığını görmüyoruz. Her gün serip katladığı yer yatağı, kitap okumak için kullandığı lambası, çektiği fotoğrafları koyduğu kutuları ve çiçeklerinden oluşan sade bir evi var. Hayatı, birbirinin neredeyse aynısı gibi tekrar eden günlük rutinlerle geçiyor. Tokyo’nun halka açık tuvaletlerini temizlediği işine gidip gelirken, yol boyunca arabasındaki kasetçalardan 70'li ve 80'li yılların şarkılarını dinliyor. Şarkılar Hiramaya’nın olduğu kadar, filmdeki diğer karakterlerin de ruhlarının anahtarı; şarkı sözleri, senaryonun satır aralarına gizlenmiş replikler gibi. Kayıpların, anıların, özlemlerin ve zor ilişkilerin hikayesini anlatıyorlar. Schopenhauer’e göre, “müzik fikirlerle paraleldir ve aklın kısıtlamalarından kurtulmanın bir yöntemidir.” Benzer şekilde, Faulkner de “müziği kaybedilen aşkın ve tutkunun kederini yenmenin bir yolu” olarak görenlerden. Bu yüzden Hiramaya’nın Faulkner okuması ve eski şarkıları dinlemesi tesadüf değil. Spotify’ın bir dükkân ismi olduğunu zanneden, analog kamerayla fotoğraf çeken Hiramaya,  şimdiki zamana tüm varlığıyla gülümserken, sessizce, artık var olmayan zamanların yasını tutuyor. 

***

Film, İngilizcedeki adını Lou Reed'in "Perfect Day" şarkısından alıyor. Şarkı, “dayanmamı, [hayata] tutunmamı sağlıyorsun," diye tekrarlıyor. Hirayama'nın hayata tutunma yolu, günlük rutinleri ve bu rutinlerin bir parçası da, etrafını saran dünyayı farkındalıkla, tebessümle izlemek. Ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışığı ve gölgelere özel bir önem yükleyerek yapıyor bunu. Filmin Japonca adı “Komorebi” nin anlamı, yalnızca, ağaçların arasından süzülen ışık değil, aynı zamanda, sadece bir kez gerçekleşebilecek bir an anlamına da geliyor. Gürültülü ve hiç de mükemmel olmayan günlerle dolu bu kaotik dünyada, Hiramaya bu anları ıskalamak istemiyor gibi bakıyor, görüyor, fotoğraflıyor. 

***

Filmin girişindeki “The House of the Rising Sun” şarkısından, Hiramaya’nın acı dolu geçmişine dair verilen ipuçlarını, filmin sonlarına doğru, yıllardır görmediği kızkardeşiyle arasında geçen kısa diyalog da destekliyor. Film geçmişten hiç söz etmese de gölgesiyle orada olduğunu hissettiriyor. “Şimdi ve gelecek arasındaki ayrımın altını çizdiği repliğinde geçmişin adı yok. Zaman, geçmişi ve geleceği olmayan tam bir bütünmüş gibi Hiramaya’nın şimdiki hayatına odaklanıyor. 

Onu “mutlu bir adam” olarak tanımlayan ve filmin mutlulukla ilgili olduğunu belirten yorumlara rastladım. Wenders’ın verdiği ipuçlarından, zor bir geçmişe sahip olduğunu anladığımız karakterin, geride bıraktığı yaşamdan farklı, sade hayatını keyif alarak sürdürdüğü doğru. Ama bana Faulkner’in Çılgın Palmiyeler’inde geçen “keder ile hiçlik arasında bir seçim yapacak olsam kederi seçerdim” sözünü hatırlatıyor. Yalnızlığına bakınca hiçliği seçmiş gibi görünse de, aslında ne kederi ne de hiçliği seçmiş bir adam Hiramaya. Özellikle son sahnede, fonda Nina Simone’dan ‘Feeling Good’ şarkısı çalarken, yüzüne yansıyan ruhunun derinliklerini görüyoruz; sevinçle gölgelenmiş bir keder onunkisi. Herşeye rağmen hayata tutunan. Küçük şeylerde güzellikler bulan. Kağıtların tükenip tedavülden kalkmaya başladığı, digital oyunlar çağında duvar arasına sıkıştırılmış kâğıda çizilmiş olasılık oyunuyla, hiç bilmediği bir yabancıyla kurduğu bağdan mutlu olabiliyor. Ölümü bekleyen bir adamla oynadığı gölge oyunuyla varoluşsal bir sorunun yanıtını arıyor: Gölgeler üst üste geldiklerinde daha çok kararırlar mı? Cevabı ne olursa olsun, ışık hüzmelerini de gölgeleri de kucaklayan, yalnızlığıyla bütünleşmiş, varlığının kozmik bir senfoniye katkıda bulunan, gelip geçici anlık bir nota olduğunu kabullenmiş bir hali var. Yaralarını, kusurlarını tıpkı kırılmış seramik kapları parlak altın yapraklarıyla onaran ‘kintsugi’ tekniğine benzer bir şekilde, ağaç yaprakları arasından parıldayan güneş ışıklarıyla sarıyor. Sadelikle, nezaketle.