YASİN DURAK Son günlerde gündeme oturan mülteci politikaları ve Türkiye’de Suriyelilerin durumu hakkında Göç Araştırmaları Derneği’nden Dr. Cavidan Soykan ile konuştuk. • Türkiye’nin mülteci politikalarının genel seyri hakkında okurları kısaca bilgilendirir misiniz? Türkiye dört milyonluk mülteci nüfusu ile 2014’ten beri dünyada en çok mültecinin barındığı ülke. Ama nedense Suriyelilerin sayısı artıp, toplumda görünür olana dek, […]

Mülteci krizi, AKP’nin dış politika aracı oldu

YASİN DURAK

Son günlerde gündeme oturan mülteci politikaları ve Türkiye’de Suriyelilerin durumu hakkında Göç Araştırmaları Derneği’nden Dr. Cavidan Soykan ile konuştuk.

• Türkiye’nin mülteci politikalarının genel seyri hakkında okurları kısaca bilgilendirir misiniz?

Türkiye dört milyonluk mülteci nüfusu ile 2014’ten beri dünyada en çok mültecinin barındığı ülke. Ama nedense Suriyelilerin sayısı artıp, toplumda görünür olana dek, ülkenin göç ve iltica politikası kamuoyunda pek de tartışma konusu olmadı.

Türkiye AB adaylığının ilanı ile birlikte yeni bir göç politikası oluşturma sürecine girmişti. Bu Türkiye’nin AB’nin sınır rejimine uymak zorunda olması ve onun göç kontrolü araçlarını yasayla iç politikaya aktarması anlamına geliyordu. 2008’de resmi olarak başlayan yasa hazırlıkları ile bir anda düzensiz veya bilinen adıyla kaçak göç ile mücadele, AB baskıyla Türkiye’nin politika önceliklerinden biri haline geldi. Zaten 2005 sonrası dönemde AB ülkelerinin sıkı vize ve sınır politikaları nedeniyle sığınmacıların Batı Avrupa’ya deniz yoluyla düzensiz geçişleri artmış ve Ege Denizi’nde meydana gelen kazalar bizde de gündem olmaya başlamıştı.

Türkiye Mültecilerin Statüsüne Dair 1951 BM Sözleşmesi’nin ilk imzacılarından biri, ancak taraf ülkelere tanınan bir seçenek ile coğrafi olarak Sözleşme’yi Avrupa’dan iltica edenler ile sınırlı uyguluyor. İşte bu nedenle Türkiye’deki dört milyon sığınmacı hem iç hukuka hem de bu sözleşmeye göre mülteci olarak tanınmıyor ve bu statünün kazandırdığı kimi haklardan yararlanamıyor.

Yeni göç politikası oluşturulurken AB’nin Türkiye’den taleplerinden biri de, bu coğrafi sınırlamanın kaldırılmasıydı. Ama sonuçta benim milliyetçi saiklerin ağır basması olarak nitelendirdiğim bir durum oluştu. O dönem zaten göç ve göçmen haklarından illerde Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı yabancılar şube polisleri sorumluydu. Polisin güvenlik algısı milliyetçi hukuk anlayışı ile birleşince, ortaya çıkan yeni yasa coğrafi sınırlamayı sürdürdü.

Peki yeni yasa ile ne değişti diye bakacak olursak, uluslararası koruma açısından aslında değişen bir şey yok. Mültecilik hala Türkiye’de kalıcı bir hukuki statüye sahip olmadan belirsiz ve geçici bir hayat sürmek demek. Yeni yasa entegrasyon açısından şartlı mültecilerin kalıcı bir statüye erişimini engelliyor. 2013 öncesi göç alanında yasasız bir dönem olduğu için en büyük sorunlarından bir tanesi ülkeye düzensiz yollardan girerken veya çıkış yaparken yakalanan göçmenlerin süre sınırı olmaksızın polis ve jandarma karakollarında, kimi zaman spor salonlarında kötü koşullarda alıkonulmasıydı. Bu konuda AHİM’den 2009 yılı sonrası ihlal kararları çıkmıştı. Sınırlarda jandarma aracılığıyla ve havalimanında polis kontrolünde iltica talep etmek mümkün değildi. Yasanın tanıdığı usuli güvenceler ile bu sorunların bir kısmı aşıldı; adli yardıma ve avukata, tercümana erişim mümkün hale geldi ama bahsettiğim AB göç kontrolü mekanizmaları da hukukumuza girmiş oldu. İnsani olmayan koşulları ve kötü muamele iddiaları ile sürekli gündeme gelen ve AB finansmanı ile inşa edilen geri gönderme merkezlerimiz oldu. Mülteci hukukunda iltica hakkının kırpılması olarak nitelendirdiğimiz kimi kavramların kullanımı hukukumuza girdi. Örneğin, üçüncü bir ülkede sığınmaya erişim imkanı olanların başvurusunu baştan reddeden güvenli üçüncü ülke uygulaması ve pek çok soruna yol açan hızlandırılmış değerlendirme gibi. Olumlu bir gelişme olarak İç İşleri Bakanlığı’na bağlı bir Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kuruldu ve alandaki polisin hakimiyetine son verildi. Ama aynı polisler illerde tekrar Göç İl Müdürlüklerinde işe alındığı için sahada da sorunlar da bitmedi.

Tüm bunlar olurken Suriye’deki çatışmaların artması sonucu Nisan 2011’den itibaren Suriyelilerden kitlesel olarak ülkeye girişler başladı. Türkiye, bir açık kapı politikası izleyeceğini açıkladı. Yepyeni bir sivil kurumumuz olsa da, hükümet ikili bir yapı yaratmayı seçti ve Suriyeli mülteciler için Başbakanlığa bağlı olan AFAD yetkili kılındı. Bu durum Suriyeli mültecilerin kayıtlarının Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne devredildiği 2015 yılı ortalarına kadar devam etti. Suriyeli mülteciler bireysel değil de, kitlesel olarak koruma ihtiyacı içinde olduğu için Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’na göre şartlı mülteci statüsü alamayacaklardı ama yine de yeni oluşan sistemin dışında bırakıldılar. Uzun süre de statüleri hukuki olarak belirsiz kaldı ve hükümet tarafından sürekli olarak misafir olarak anıldılar. Geçici Koruma Yönetmeliği ancak 2014 yılının Ekim ayında çıkarıldı. Ve Suriyeliler de diğer sığınmacı grupları gibi ama daha da belirsiz bir geleceğe mahkum edildiler çünkü geçici koruma statüsünün her zaman için Bakanlar Kurulu tarafından tek bir karar ile kaldırılma ihtimali vardı. Suriyelilerin bugün yaşadığı durumun her an yaşanabileceğini akademisyenler olarak beş yıldır zaten söylüyorduk. Yanılmış olmayı dilerdik…

Suriyeli mültecilerin gelişi sonrası yeni göç ve iltica politikasının birtakım enstrümanlarının dış politika çıkarları doğrultusunda devre dışı bırakıldığını gördük. Yeni kanun Türkiye’yi AB sınır rejimin parçası yapıyor ve düzensiz göç ile mücadele adı altında aslında uluslararası korumaya erişimi sınırlandırıyordu ama sığınmacılar açısından da önemli güvenceler getiriyordu. Sonuç olarak dünya tarihinin en büyük ‘mülteci krizi’, pragmatik bir şekilde AKP’nin dış politika aracı haline geldi.

• Sizce geçtiğimiz haftalar boyunca özellikle Suriyeli mültecilere yönelik başlatılan sürgün politikasının arka planında ne var?

Suriyeli mülteciler üzerine ülkeye kabul edildikleri andan itibaren hak temelli bir politika geliştirilmedi. Bunun bir alt yapısı da vardı aslında ama hem kanun çok yeniydi, hem de Göç İdaresi Genel Müdürlüğü çok tecrübesizdi. Alanın yabancılar polisi döneminden kalma milliyetçi bir kurumsal hafızası vardı. 2011’den bugüne hep pragmatik saiklerle hareket etti AKP iktidarı. Suriyeli mülteciler önce bir dış politika aracıydı, sonra daha kötüsü oldu ve 2015 yazında Türkiye’den Batı Avrupa’ya yaşanan göç dalgası sonrası, bu sefer AB ülkelerine karşı kullanılacak bir koza dönüştüler. AB ile 2016 yılı Mart ayında para karşılığı yapılan siyasi pazarlık bence mültecilerin dış politikada araçsallaştırılmasının en açık göstereniydi. O yıl Mayıs ayında açık kapı politikası terk edildi. Suriye’den gelenler artık sınırı ancak kaçakçılara para ödeyerek ve askerlere rüşvet vererek geçer hale geldi. Geleceğe dair belirsizlik ve ekonomik – sosyal haklara erişimde yaşanan sıkıntılar nedeniyle Suriyeli mültecilerden kampları terk edenler oldu. Uluslararası Göç Örgütü rakamlarına göre 2015 yılında yaklaşık bir milyon kişi Türkiye ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya düzensiz yollardan geçiş yaptı.

Düşünün, mülteciler o kadar umurunda değildi ki iktidarın, çalışma izni yönetmeliği bile AB ile yapılan 6 milyar avroluk Mart ayındaki pazarlıktan hemen önce çıkarıldı. Suriyeliler artık Müslüman din kardeşlerimiz, misafirlerimiz değil; Türkiye’de tutulmasına para karşılığı söz verilen bir kitle haline geldi. 2016 Temmuz ayında yaşanan başarısız darbe girişimi ve sonrasında gelen OHAL ile de artık Suriyeli mülteciler AKP iktidarı için tamamen bir yüke dönüştü, kampların çoğu kapatıldı. O yüzden şimdiye kadar uygulanmayan denetimlerin birden bire bir tehdit aracına dönüşmesi benim açımdan şaşırtıcı değil.

Dr. Cavidan Soykan

• Yerel seçim sonuçlarının bu süreç ile ilişkisi var mıdır?

Bence var. İktidarın son iki yıl içindeki söylem değişikliği oldukça çarpıcı. Suriyelilerin ırkçı saldırılara maruz kaldığı olaylara baktığımızda, ya İç İşleri Bakanı’ndan ya da benzeri üst düzey bir kanaldan gelen Suriyelilere yönelik açık bir sınırdışı tehdidi, haddinizi bilin uyarısı vardı. Bu açık ve üst perdeden tehditler bence iç politikaya yönelikti, oy kaygısı nedeniyleydi. OHAL ile birlikte gelen ekonomik kriz nedeniyle Suriyeli mülteciler seçmene karşı kullanılacak önemli bir koz, bir nevi günah keçisi haline geldi. Seçmen de krizin faturasını mültecilere kesmeye hazırdı. Tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçiminde yaşanan hezimet, AKP’de kemik tabanın erimeye başlamadan konsolide edilmesi yönünde bir kaygı yaratmış olmalı diye düşünüyorum.

• Hem AKP’nin hem de CHP’nin Suriyeli mültecilere yönelik düşmanca söylem ve tavırları benimsemekte ortaklaşmaya başladıklarını düşünüyorum. Sizce bunun nedeni nedir?

AKP’nin nedenlerini açıkladım. Artık bir yük haline geldi mülteciler iktidar için. Açık kapı politikası insan hakları, mülteci hakları kaygısı ile izlenmemişti zaten. CHP’ye gelince, bu alana dair politika geliştirmekte çok geç kaldıklarını düşünüyorum. Suriyeli mülteciler meselesine uzun bir süre AKP karşıtlığı üzerinden yaklaştı parti. Aslında pek çok konuda bu hataya düştü. Muhalefeti sadece ‘karşı olmaya’ indirgedi, siyasetin alanını daralttı. Evet, mülteciler AKP’nin Suriye’ye dair izlediği siyasetin bir parçasıydı ama aynı zamanda bir insan hakları sorunu. CHP iktidarda olsa bugün ülkede yine Suriyeli mülteciler olacaktı ve biz yine entegrasyon ve uyum sorunları üzerine konuşuyor olacaktık. Ama bugün CHP çözüm olarak mültecileri geri göndermek dışında ciddi bir program öneremiyor. İnsan ve mülteci hakları temelli bir çözüm sunması gereken esas parti CHP.

• AKP’nin yıllardır sürdürdüğü dış politikanın, özellikle Suriye’de Esad rejimine karşı cihatçı grupları desteklemesinin bugünkü ortamın oluşmasındaki rolü nedir?

AKP iktidarının Suriyeli mülteciler politikası diğer mülteci gruplarına karşı izlediği politikadan farklılaşmıştır. Bu da, evet, izlediği dış politika ile doğrudan bağlantılı. Suriye söz konusu olduğunda izlenen politika hiç bir zaman taraflar üstü bir çizgide değildi. 2011’de Suriye’de rejime karşı isyan ilk başladığı andan itibaren, Suriye meselesi AKP için yeni ideolojik hegemonya arayışının, Kemalist milliyetçilik ve ulusal kimlik projesinin yeniden yapılandırılmasının temel bileşenlerinden biriydi. Bu noktada Cenk Saraçoğlu’na referansla diyebilirim ki, AKP’nin izlediği Suriye siyaseti ulusal kimliğin Osmanlı geçmişi ve İslam dini üzerinden yeniden şekillendirilmesinde bir araçtı. Eski Osmanlı toprağı olarak görülen Suriye toprakları ve Suriyeli mültecilere karşı izlenen politika, iç politikadaki gelişmeler ve özellikle de Kürt sorunu konusunda AKP’nin izlediği siyaset ile doğrudan bağlantılı olmuştur.

• AKP iktidarının OHAL ilanıyla pek çok sivil toplum kuruluşunu ve derneği kapatması ve yaptırımlarıyla sivil toplumu sürekli baskı altında tutması, göçmen derneklerinin faaliyetlerini de baltaladı mı? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Göçmen ve mülteci hakları OHAL’den ciddi şekilde etkilendi. Daha OHAL ilan edilir edilmez yapılan değişikliklerden bir tanesi kanuna dairdi. Kanunun sınırdışına ilişkin güvenceleri esnetildi ve uluslararası koruma başvurusunda bulunanların iltica sürecinin her aşamasında sınırdışı edilebileceği hükmü getirildi. Bu Türkiye’deki mülteci topluluğu içinde, özellikle de İranlılar arasında çok ciddi bir panik yarattı. Bugünlerde yaşanan toplu sınırdışı vakalarından önce geri gönderme yasağına aykırı bir şekilde pek çok usulsüz sınırdışı vakası yaşandığını duyduk. Bu iddiaların mülteci hakları örgütleri tarafından araştırılması ve raporlanması gerekiyordu ama OHAL ile gelen kapatılma tehdidi sivil toplumun çalışmalarını da ciddi şekilde etkiledi. Özellikle Büyükada davası insan hakları örgütlerinin faaliyetleri üzerinde bir baskı yarattı. Sadece sivil toplum kuruluşları aracılığı ile sesini duyurabilen, hakkını arayabilen göçmen ve mülteciler de örgütlerin gördüğü bu baskı nedeniyle iyice yalnızlaştı.

• Sizce emek piyasasındaki rekabetin ve ücretlerin düşüşü Suriyeli mültecilere karşı tabanda oluşan reaksiyonların temel nedeni olabilir mi? İktidar ve ana muhalefet bunu nasıl kullanıyor?

Bahsettiğim gibi Suriyeli mültecilerin çalışma izni AB baskısı sonucu 2016 yılında düzenleme konusu yapıldı. AKP iktidarı uzun süre mültecilerin işverenler tarafından sömürülmesine göz yumdu, hala da yumuyor. Çalışma izni almanın şartları çok ağır, ancak işveren mülteci adına ve sadece belli bir iş için başvuru yapabiliyor. Mülteciler sadece kayıtlı oldukları il için izin alabiliyor. Tüm bu koşullar nedeniyle ve kayıtdışı ekonominin büyüklüğü karşısında işverenler ucuz işgücü olarak gördükleri mültecileri sömürmek varken, izin alma zahmetine girmiyor. Kayıtsız çalıştıkları için daha düşük ücret alan mülteciler tabii ki Türkiyeli işçilerin öfkesine maruz kalıyor. Ekonomik kriz bu yıl bu tepkileri daha da derinleştirdi. İktidarın bu konuda bir girişimi yok ama asıl şaşırtıcı olan yine ana muhalefetin tutumu. Açıkçası CHP’nin 2016’ya kadar mülteci ve sığınmacıların kayıtdışı çalıştırılmasını dile getirdiğini hatırlamıyorum. Bu konu hala çözülmeyi bekliyor.

• Şu anki probleme acil önlemler alabilmek için sizce mülteci politikalarında ne tür düzenlemeler yapılması gerekiyor?

Türkiye’nin Suriyeli mülteciler politikası farklılaşsa da, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana izlediği göç politikası özünde hep aynı. Bu politikanın iki temel bileşeni olarak görebileceğimiz ‘göçmen’in tanımı ve kimlerin bu topraklarda mülteciliğe kabul edileceği konusu AB adaylığı ile başlayan süreçte değişmedi. Türkiye hala 20. Yüzyılın başında olduğu gibi, ulus devlet inşa sürecini dayandırdığı homojen Türk kimliği koruma refleksini göç konusunda da devam ettirmekte. Bence bu nedenle Türkiye’de ciddi bir ırkçılık sorunu var, hem kurumsal anlamda hem de gündelik hayatta. Suriyeliler özelinde konuşacak olursak, kısa vadede geri dönmelerinin mümkün olmadığını kabul etmek ve biran önce eşit koşullarda kalıcı bir statüye erişimlerinin hukuki zeminini tartışmamız gerek.

AKP’nin misafir söylemi ne yazık ki, iltica sisteminden kaynaklı geçicilik algısını Suriyeliler açısından toplum nezdinde daha da pekiştirdi. Neredeyse herkes bu misafirlik çok uzadı, artık gitmeliler diyor. Türkiye’de insanların mülteciliğin ne olduğunu bildiğini sanmıyorum. Belki de başa dönüp, bunu anlatmalı ve her zaman ısrarla savunduğumuz gibi 1951 Sözleşmesi’ne konan coğrafi sınırlamanın kaldırılmasını ve Türkiye’nin herkese mülteci statüsü tanıyan bir devlet olmasını güçlü bir şekilde talep etmeliyiz.