O ‘eski’ insanların yaşantıları, çeşitli deneyimleri, kültür ve sanat ürünleri konusunda bilgiler... Onların mirasından sergilenen örnekler bazı şeylerin olup bittiğinin veya artık ölmüş olduğunun kanıtı olmuyor mu?

Müzeler mezarlık mıdır?
Anton Fransen’in Mouseion resmi

Aydın AFACAN

Herhangi bir müze ziyareti her durumda bir bellek yolculuğu sayılır. İster sanat müzeleri olsun ister çeşitli disiplinlere ait diğer müzeler olsun, böyle bir işleve sahiptir. Orada ‘geçmişe ait’ bir birikim sergilenmektedir ki bu da bellek açısından şu ya da bu biçimde uyarıcı niteliktedir. Söz gelimi eski uygarlıklara ilişkin bir müzeyi gezerken ‘o zamanlara’ dair çeşitli bilgiler edinir ziyaretçi: O ‘eski’ insanların yaşantıları, çeşitli deneyimleri, kültür ve sanat ürünleri konusunda bilgiler... Ne var ki, insanın kafasına, tarihte çeşitli biçimlerde sorulmuş bazı sorular da takılmıyor değil: Onların mirasından sergilenen örnekler bazı şeylerin olup bittiğinin veya artık ölmüş olduğunun kanıtı olmuyor mu? Bu durumda müze bir tür mezarlık sayılmaz mı? Diğer yandan ‘ölü’ veya ‘sağ’, bir geçmişin kanıtları her durumda insanın dünyadaki varlığı ve edimlerine dair bir bellek yaşantısı sunmuyor mu? Çünkü bellek hayata ilişkindir; unutuş ise ölüme! Şimdi, orada gördüğümüz ‘kanıt’ların ölüme ait olduğu ‘kesin’ midir? Ve başka sorular…

MÜZE VE 'MOZOLE'

Peki, sanat müzeleri? Ölmüş olsalar da üzerine konuşmayı sürdürdüğümüz, anlam arayışımıza bir şekilde eşlik eden o heykeller, resimler? Firavunlar gibi birtakım eser ve varlıklarıyla birlikte piramit mezarlara gömülüp saklanmadıklarına göre? Adorno’ya bakılırsa “Müze ile mozole arasında, salt fonetik olmanın ötesine geçen bir bağ vardır. Müzeler sanat eserlerinin özel aile mezarlıkları gibidir. Kültürün nötralizasyonuna şahitlik ederler. Sanat hazineleri orada defnedilmiştir…” Buna karşılık, ‘müze nesnesi’nin bir tür bellek değeri taşıdığını vurgulayan Andreas Huyssen’ın belirttiği gibi: “Gerçekten de çoğu zaman sergilemenin amacı gerçek olanı unutmak, nesneyi başlangıçta içinde yer aldığı gündelik işlevsel bağlamın dışına çıkarmak, böylece onun başkalığını arttırmak ve öteki çağlarla potansiyel bir diyalog kurmasını sağlamaktı. Bu da bizi müze nesnesini yalnızca sıradan bir bilgi parçası olarak değil, tarihsel bir hiyeroglif olarak görmeye; okunması bir bellek edimi gerektiren, tarihsel uzaklık ile zamansal aşkınlık aura’sını tam da maddeselliğinden alan bir müze nesnesi kavramına götürür.” (Bu konuda bazı tartışmalar için, Ali Artun’un hazırladığı ‘Tarih Sahneleri-Sanat Müzeleri’ alt başlıklı iki ciltlik değerli çalışmaya bakılabilir.) Bir yandan da ortam olarak ‘müze’ ile sözcüğün kökleri arasında ilginç bir ‘canlılık sezilmektedir. Antik Yunan’da Olympos veya Parnassos’ta sanat perisi ‘Müz’lere (Mousalar) ayrılan yerin adı Mouseiondur. Mousa sözcüğü de düşünme, yaratıcılık gibi anlamlar taşıyan bir kökten gelir. Yine bu dokuz esin perisinin annesi olan Mnemosyne de ‘bellek’in (mneme) kişileştirilmesine dayanır. Bu konudaki sorunların aşılması bağlamında, gelişmekte olan ‘müze pedagojisi’ de ayrıca ele alınması gereken bir alan.

'ÖLÜ GEÇMİŞ'İN SÖYLEDİĞİ...

Müze nesneleri sadece bulundukları mekân açısında ‘ölü’ sayılabilir mi? Örneğin Julian Pitt-Rivers, “Reflections on the concept of museums and interdisciplinarity” başlıklı makalesinde, sergilemeye, nesnelerin doğal ortamları ile müzelerdeki ‘mumyalanmış’ halleri açısından bakarken, müze ve mezarlık arasında kurulan benzerliğe de değinerek, “Gerçek olmak için, kültür canlı olmalıdır” der. Huyssen’ın yukarıdaki ‘zamansal aşkınlık’ ve nesnenin maddi olarak ‘aura’sına işaret ettiği tespitini bir kenara koysak bile o nesnelerin ‘doğal ortamlarında’ korunamadıkları gerçeği de işin bir başka boyutu. Bu noktada yağmacılık, savaşlar, sömürge ganimetleriyle dolu müzeler, vandalizm vb. birçok değişkene bağlı yığınla tartışma konusu bulunmaktadır. Burada başka bir örneğe de gidilebilir: Florence Dupont Edebiyatın Yaratılışı adlı kitabında ‘Dionysos’a özgü kendinden geçme’ çerçevesinde şiiri ve tiyatro kurumunu Yunan ve Roma ekseninde karşılaştırır ve bu süreci “doğaçlamaya dayalı bir yaratım kültüründen bir örnekleştirme kültürüne geçiş” olarak niteler. Oysa son derece yalın bir gerçek var: Geçmişin birikimi sadece geleneksel festival veya şölenlere kalsaydı İlyada vb. yapıtlar bugün elimizde olabilir miydi? Yazı kültürünün yeniden inşa ederek başka tür bir bellek kazandırdığı dünya sadece ‘dionisyak esrime’ ve kuşakta kuşağa aktarılan sözlü masal geleneği ile gerçekleşebilir miydi? Doğanın bile korunamadığı bir zamanda insan eseri nesneler ne ölçüde korunabilirdi?

'ÖLÜM İLANI'

Müze ve mozole ilintisi konusunda Adorno gibi düşünenler az değil. Boris Groys da ‘Akışta’ adlı çalışmasında, müzenin, geçmişin geri getirilemez biçimde öldüğünü gösteren, gerçek anlamda kökten, bir şiddeti kurumsallaştırdığını söyler ve şunu ekler: “Tam anlamıyla materyalist, geri dönüşü olmayan bir ölümdür bu; estetize edilmiş maddi ceset, dirilişin imkânsızlığının bir tanığı olarak işlev görür”. Groys, Lenin’in mozolesinin kamuya açık tutulmasının ve gömülmesi yönündeki çeşitli taleplere rağmen günümüz Rus liderlerinin onu gömmekte acele etmemesini de bu nedene bağlamaktadır. Ona göre bu “Lenin’in ve Leninizmin öldüğünün ‘görünür bir garantisiydi’. Groys’un Mısır piramitlerine dair bazı görüşleri de göz önüne alındığında bu tür iddiaların ‘mistik ufku’ da ayrıca tartışmalıdır. Kısaca, müze ölümle bellek, geçmişle ‘şimdi’ arasında gidip gelmeye devam edecek gibi görünüyor. Diğer yandan sanat yapıtları müzedeki yerlerinden de olsa ‘konuşmaya’, konuşulmaya devam ediyor; Yunan mitos’unun İkaros’u, Brueghel’in tablosu eşliğinde Adalar Denizi üzerinde uçmayı (ve düşüşünü) sürdürüyor.

ŞİİR 'PARAGRAFI'

Bu ‘paragraf’ın konuğu Nisa Leyla’nın ‘denizkızı’ şiiri… Şiir, hem ‘şair’i hem de ‘kadın’ı denizkızı imgesiyle zamanımıza, kapitalizmin kentine ve ‘koca caddeleri’ne taşıyor. Şiire ve şaire özgü bir ‘arada’ olma durumu: istenen ‘deniz’ bir tür ‘yitik cennet’ iması da taşır. ‘Giden’in uzaklaşıp ‘unutuşa’ terk edildiği; gelenin Necatigil’i çağrıştıran bir ‘darlık’la buluştuğu ‘çağ’. Zamanı, hayatı bazı ayrıntılar üzerinden sorgulayan ve şiiri üzerinde düşünen bir şairin şiiri ‘denizkızı’:

dökülen pullarım
sokuluyor unutuş’un koynuna

deniz kızıyım derinliğini yakmış
bulamayacak olan kendini
hiçbir suda
sevmek, kurtulmak bunaltı’dan
terk etmek; dünyanın
saçlarına karışmak
kum biriktirdi hayat
oysa deniz lazımdı bana

üfleyerek koca caddeleri
yürümeliyim yeniden
ey kırıklığım
hayat dar, başla...