El Diego, oyun oynamaktan zevk alan bir çocuk olarak adeta bütün çocukların kahramanı olmuştu. Hafif bir yağmurun bile çukurlarını suyla doldurduğu engebeli arsalarda, ayağının içiyle kalecinin yanından topu iki taş arasına yuvarlayan binlerce çocuğun sevinciydi “Maradooonaa!”

Nahif oyunun son peygamberi

FATİH KÖK

Futbolun bir din gibi algılanması size abartılı gelebilir, ancak teşbihi sürdürürsek O’nun, Diego Armando Maradona’nın peygamberliği sanırım daha az şaşırtıcı gelecektir. 1960 yılında Buenos Aires’in uzak bir gecekondu mahallesinde, sekiz kardeşten biri olarak dünyaya gelen ‘Pibe de Oro’ (Altın Çocuk) 2001 yılının kasım ayında futbolu -son kez- bırakırken hemen herkes onun, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından biri olduğu konusunda hem fikirdi. İlk lig maçına henüz 15 yaşındayken, ilk milli maçına ise 16 yaşındayken çıkan (üstelik kırk yıl önce futbolun şu ankinden çok daha sert ve acımasız oynandığını; teknik, yıldız oyuncuların pek de kollanmadığını hatırlatalım) efsanenin futbol yeteneklerini, kısa bacaklarıyla nasıl bir sanat icra ettiğini anlatmamıza lüzum yoktur sanırım. Ancak bazılarınca ukala bir düzenbaz, şov yapan bir bencil, uyuşturucu bağımlısı bir müptezel olarak görülen Diego’nun yalvaçlığı, artık nesli tükenmiş bir futbol biçimiyle ve tabii ki sahanın dışıyla da ilgilidir. Yani sermaye bütün kollarıyla bu oyunu endüstriyel bir pazara dönüştürmeden evvel, büyük bir futbolcu olmanın yalnızca milyonlar kazanmak anlamına gelmediği zamanlarda El Diego, oyun oynamaktan zevk alan bir çocuk olarak adeta bütün çocukların kahramanı olmuştu. Hafif bir yağmurun bile çukurlarını suyla doldurduğu engebeli arsalarda, ayağının içiyle kalecinin yanından topu iki taş arasına yuvarlayan binlerce çocuğun sevinciydi “Maradooonaa!”

KUZEYİN KİBRİNE KARŞI 10’UN YETENEĞİ

Antik Yunan tragedyalarında kahramanların en büyük kusuru olarak ‘hübris’ (kibir, kendini beğenmişlik, haddini bilmemek) görülebilir. Maradona’nın dostu Fidel Castro bir röportajında “Küreselleşme dediğiniz şey, kuzey yarım kürenin güneyi ezmesidir” derken işte tam da kuzeyin kendi yarattığı yapay değerlere kendi kurallarını dayatmasına, paranın ve kapital gücün ‘hübris’ine vurgu yapıyordu. 86 Meksika Dünya Kupası'nda Diego, finalde Batı Almanya’yı yenip, kupanın en iyi futbolcusu seçilerek Arjantin’e Dünya Kupasını kazandırırken işte Kuzeylilere ilk büyük dersini veriyordu. Elbette bu kupa en çok Arjantin-İngiltere arasındaki çeyrek final maçıyla, Maradona’nın attığı birbirinden acayip o iki golle hatırlanacaktı. İlk gol yani o meşhur deyimiyle “Tanrının Eli” Maradona’nın kafasıyla ağları bulsaydı çoğu futbolsever için belki de bu kadar anlamlı olmayacaktı. Sebebi şudur ki sadece dört yıl öncesinde İngilizler Falkland Adalarını işgal edip Arjantin’in elinden almaya giriştiklerinde, sözde ‘merhametli’ Kuzeyliler orada ölen çocuklarla pek ilgilenmiyor gibiydiler. Ancak El Diego, İngilizlerin efsane kalecisi Peter Shilton’ın bile ne olduğuna anlam veremediği sıçrayışıyla topu yumruklayarak kaleye gönderdiğinde, kuzeyli sömürgecilere sanki şöyle diyordu: “Tamam beyler, buyurun sizin istediğiniz gibi oynayalım!” İlk gol Maradona’ya inen bir vahiyse, beş dakika sonrasında gelen ikinci gol adeta herkesi kendisine inanmaya çağıran bir mucize gösterisiydi, estetik bir mucize. Topu orta sahadan alıp, altı İngiliz’i çalımlayarak yarattığı eşsiz bir tablo. O, attığı ilk golü daha değerli bulduğunu söylese de ikinci gol için şöyle diyordu: “Rüya gibiydi, Fiorito’da yaşarken hep böyle bir gol hayal ederdim. Gerçi rüyalarımdaki gibi Kızılyıldız formasıyla olmadı ama dünya kupasında attım o golü.”

“FUTBOL ASLA SADECE FUTBOL DEĞİLDİR”

İtalya’nın hem kültürel hem de ekonomik yükünü taşıdıkları iddiasıyla Kuzey İtalyalılar, aslında Güneylileri bir bakıma Habeşi gibi görmüşlerdir. Bu yüzden Maradona’nın, İspanya’nın güneyinden İtalya’nın güneyine, Napoli’ye rekor bir ücretle yol alması şaşırtıcı değildir. Diego, Arjantin’den sonra başka bir halkın daha kaderini değiştirmek üzeredir. Yüz yıldan uzun bir mazisi olan Napoli, ilk şampiyonluğunu, UEFA Kupası'nı ve İtalya Kupası'nı Maradona’yla kazanacaktır. Napoli taraftarının şampiyon oldukları gece, kentin mezarlığına “Ne kaçırdığınızı tahmin bile edemezsiniz” yazmaları aslında bütün hikâyenin özetidir. Güneyliler belki de ilk defa Milano’da başları dik yürümektedirler. Ve İtalya’da düzenlenen 90 Dünya Kupası. Yarı finalde İtalya-Arjantin oynayacaktır, maçtan bir gün önce Maradona: “Hayatınızın 364 günü İtalya’yı tutabilirsiniz ama gelin bir günlüğüne bana inanın. Yarın, ne olur beni ve Arjantin’i destekleyin” der. Maç günü tribünlerdeki çoğu İtalyan gerçekten de Arjantin’i ve tabii ki Maradona’yı destekler, Arjantin İtalya’yı yenip tekrar finale yükselir. Finalde Almanya’ya, hakemin büyük iltimasıyla kaybetseler de, yılın 364 günü aslında İtalyan olmadıkları ima edilen Güneyliler, Kuzeyin kibrini yine alt etmiştir.

GÜLE GÜLE YARAMAZ ÇOCUK

El Diego’nun kötü alışkanlıklarını, yaşama biçimini sevimli göstermeye çalışmak elbette saçmalık olur. Ancak şunu sormadan da edemiyorum, acaba Maradona güneyli sosyalist dostlarından çok Papa ile ya da kuzeyli FIFA başkanları ile iyi ilişkiler yürütse bu kadar ‘kötü’ bir efsane olur muydu? Olimpiyat madalyaları geri alınan o ‘büyük’ sporcuları düşünüyorum, başka seçeneğim yoktu diyen 7 kez Fransa Bisiklet Turunu kazanmış Armstrong’u. Hepimiz biliyoruz ki Maradona İngiltere’ye attığı o ikinci golü yalnızca bilekleriyle attı ve iktidarın konforundan uzak yoksul sarhoşların rüyasıydı. Güle güle oyunun gerçek zamanlarının son kahramanı; güneyli dostlarımız Comandante’ye, Galeano’ya, Neruda’ya selma söyle, selam söyle Marcos’a, Fidel’e. Güle güle yaramaz çocuk.