Celal Sılay, çok sevdiği dergisinin "son sayısını" çıkartmak için, dostlarından topladığı paralarla gittiği İstanbul Nişantaşı’ndaki bir apartmanın damı akan çatı katında sadece yatağı ve daktilosuyla ölümünden birkaç gün sonra bulundu.

Napolyon Celal: Mayhoş zamanlar

Vecdi Çıracıoğlu - Yazar

Misafirlikteydik İstanbul’da. Hayal meyal hatırladığım, ayaza kesmiş bir sonbahar günüydü. Babam uzayıp giden insan seli akıntısında elimi tutmuş, bir akrabamızla günlerdir beklenen futbol maçına girmek için sabırsızlanıyorduk. Kuyruk sırası bazı uyanıkların araya girmesiyle zor ilerlediğinden, normalde huysuzluk etmesi gereken ben, Dolmabahçe Saat Kulesi’nin dibinden, sonraları isminin Üsküdar olduğunu öğrendiğim puslu denizin ötegeçesindeki siluetine dalarak, çocukluğumun Bursa’sında, zamanın ünlü futbolcularının hayallerini kurmaya başlamıştım. Onları karamelalardan çıkan, renkleri birbirine girmiş fotoğraflardan tanıyordum. İsimlerini, kulaklarımızı cilası yer yer dökülmüş, ceviz tahta kutulu, cızırtılı lambalı radyomuzun sararmış hoparlör bezine dayayarak duymaya çalışırdık. O gün benim için çok önemliydi. Çünkü radyoya hapsolmuş kahramanlarımı yeşil sahada gözlerimle görecektim. 

Onu ilk kez o gün orada, maç kuyruğunda beklerken gördüm. Dolmabahçe Sarayı’nın çınar ağaçlarıyla bezenmiş kalabalık yolundan ağır ağır yaklaştığında, babam elimi bırakıp ona yöneldi ve kucaklaştılar.

Stadyumu dolduranların çıkarttığı uğultudan birbirlerine ne söylediklerini duyamıyordum. Babam, az sonra koluna girerek akrabamıza tanıştırdı. “Celal. Celal Sılay. Şair… Kendisi hemşerimdir” diyerek, onaylatmak istercesine devam etti, “Sana daha önce bahsetmiştim ya, işte o şair arkadaş.” Onu izlerken babamın “o şair arkadaş” sözünden neler anlatmak istediğini çok iyi biliyordum. O zamanlar Bursa’da ismini Akademi koydukları edebiyat toplantıları yapılırdı ve babam bu toplantılardan bazılarına beni de götürürdü. Toplantıların sonunda kaçınılmaz olarak onun yaptıkları anlatılırdı. Toplum içindeki küfürlü konuşmaları ve hareketleri, biraz da abartılarak anlatılır, özellikle balolarda ve Çelik Palas Oteli’nin pastanesinde kadınlara karşı davranışları, söylediği sözler ‘kahkaha konusu’ olurdu. Yarım ağızla “Sen kulaklarını kapa bakayım!” sözlerine karşın, her şeyi duyardım. Hakkında o kadar çok konuşulmuştu ki, karşımda duran adamı, anlatılanlarla bağdaştırmaya çalışıyordum. Bütün bunları düşünürken, kısa ve tıknaz vücudunun taşıdığı dazlak kafası ve sağ elinin kolları kısa ve rengi solmuş lacivert ceketinin düğmeleri arasında olduğunu gördüm. Sol eli, dışarıya dönük beline bastırılmış şekilde durarak konuşuyordu. Ona neden “Napolyon Celal” dediklerini o an anladım. Tarih kitaplarında resmini gördüğüm Napolyon Bonapart’a çok benziyordu. Biraz daha dikkatli baktığımda ceketinin düğmelerinin hepsinin değişik olduğunu gördüm. Soğuk havada, giydiği gömleğin üzerindeki bu eski ve dirsekleri parlamış ceketle dik ve mağrur duruyordu. Biraz konuştuktan sonra, çekik gözleriyle bakışlarını babamdan bana kaydırdı. Sonra tekrar babama dönerek, “Siz kendinizi bu bir sürü delinin arasında harap ediyorsunuz, bunu anladık da, çocuğa yazık değil mi?” dedi ve bana biraz sertçe, “Senin ne işin var burada? Git evine kitap oku. O kadar çok okuman gereken kitap var ki… Lüzumsuz işlere harcanan zamanlara sonradan çok ihtiyacın olacak. Tabii adam olmak istiyorsan…” dedi.  

Başka bir şey söylemeden ve bir allahaısmarladık bile demeden Gümüşsuyu merdivenlerine doğru seri adımlarla yürüdü ve gözden kayboldu. 

Bir gün önce Mahmutpaşa’daki meşhur Suraski mağazasından aldığımız yeni ve kalın palto çocuk cüsseme çok ağır geldi. Bir şeyler söyleme ihtiyacı duyan babam, arkasından bakarak sadece, “Napolyon haklı” demekle yetindi. O gün maça girmedik, eve döndük. 

Bursa’da daha sonraları onu, şehrin entelektüellerinin toplandıkları Dağcılık Kulübü’nde görmeye başladım. Kendi olanaklarıyla bin bir güçlükle bastırdığı tek formalı şiir kitaplarını bir zembile doldurur, parasını peşin almak şartıyla satardı. Parasını almadığı kitabı kesinlikle vermezdi. Şaka yollu, “Parayı verin de, kitabı sonra ister paraşüt, isterseniz uçurtma yapın” derdi.  

Her gelişinde kitaplarından muhakkak satardı. Satın alanların çoğunun onları okumak gibi bir kaygıları yoktu. Bir anlamda onu masadan uzaklaştırmanın en kolay yolu kitaplarının satın alınmasıydı! Bahçede oturanların yanında çocuk, kadın varmış dinlemez basardı küfrü. Kendinin istenmediğini çok iyi bilir, bu durum da onun işine gelir, kitaplarının satılmasına yarardı. Kazandığı parayı içkiye yatırır ve pek az yemek yediği söylenirdi. Mustafa Kemal Paşa’da kesekâğıtlarına yazdığı şiirlerini beş liraya çarşı esnafına sattığı anlatılırdı. 

Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nden kendi askerî kurallarını koyduğu için atılmıştı. Namazgâh’daki evlerinden birini satıp âşık olduğu bir kadının peşinden –Şanzelize heyecanını yaşamak için– Paris’e gitmiş, aylarca arayıp bulamadığı sevgilisini günün birinde bir erkek kolunda hamile gördüğünde bir gün içinde saçları dökülmüş, bir daha da çıkmamıştı. Beş parasız perişan vaziyette yurduna zor dönmüştü. O kadar zayıflamıştı ki Bursa Hâkimiyet gazetesine giderek başyazar İsmet Bozdağ’ın önüne dikilmiş ve “Açım!.. Aç!..” diye bağırdığında başyazar onu tanıyamamış. Paris’te kaldığı pansiyonun borç faturası Bozdağ’a postalandığında ödenmiş. Bu maceranın sonunda İstanbul’da yaşamak için bir ev daha satarak metafiziğe merak salmış. 

*** 

1963-1972 yıllarına yetişip, edebiyatla ilgilenenler, İstanbul’da yayınlanan YENİ İNSAN adlı aylık edebiyat dergisini çok iyi bilirler. Arada bir onları karıştırdığımda, şu an yayınlanan edebiyat dergilerinin birçoğundan daha kaliteli ve kapsamlı olduğunu görmekteyim. O dergiyi Celal Sılay çıkartırdı. Gerekli parayı tedarik etmenin, babamla birlikte birkaç dostuna düştüğünü biliyorum. 

Bir gün babamla beraber işyerinde otururken telaşla içeriye girdi. Terlemişti. Aceleyle, annesinin çok hasta olduğunu ve paraya gerek duyduğunu söyledi. Daha iki hafta önce, derginin yeni sayısı için para verdiğini söyleyen babam ise, “Derginin parasını yedin değil mi? Sana para mara yok… Az iç de dergiyi çıkart,” dedi.  

O âna kadar başı dik ve çevresine küçümser gözlerle bakan adamın yüzü yere düştü. Halinde kroke olup, gardı inmiş yenik bir boksörün mahcubiyeti vardı. Yüzü kızararak, “Yemin ederim annem çok hasta,” diyerek, çekip gitti. 

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Öğle yemeğine gelen babam, elindeki paketlerle birlikte, YENİ İNSAN’ın son sayısını yavaşça masanın üzerine bıraktı ve hiçbir şey söylemeden odasına çekildi.  

Dergiyi alıp, birkaç sayfa çevirdiğimde, siyah zemin üzerine beyaz yazılmış, FAHRİYE SILAY adlı şiir yüzüme çarptı. O gün babamla hiç konuşmadan sadece gözlerimizle anlaştık. 

*** 

Çok içki içiyordu. Bir gün, okuldan kaçıp gittiğimiz Kayan Çarşısı’nın sonundaki dirsek şaraphanesinde, Misi şarabını tanıdıklara görünmekten korkmanın verdiği çekingenlikle içerken o geldi. Sarhoştu! Ayakta zor duruyor, ağzından çıkan küfürler anlaşılmıyordu. Ellerini beline asılı kirli beyaz önlüğüne silen şarapkâr, konuşmadan, yaptığı işin vakurundan kaynaklanan çelebilikle, kolundan tuttu ve dışarıya çıkarmak için çabaladı. Napolyon, yüzyıllar önce İngilizlere karşı yaptığı Waterloo savunusunu, tek sıra raflı dirsek şaraphanesinin aşınmış eşiğinde, Wellington Dükü’ne karşı azimle vermeye başladı. Sonunda gücü yetmedi, dışarıya çıkartılarak kapı yüzüne kapatıldı. O şimdi, kapının bir kısmı çeşitli renklerde küçük kareler halinde kesilmiş camların ardında, sessiz ve kıpırdamadan, başı dik ve sağ eli perişan ceketinin düğmeleri arasında savunmaya çekilmiş, savaşmaya hazır bir kumandan edasıyla dikiliyordu. 

Bizden yaşça büyük insanlarla birlikte, bir dirsek şaraphanesinde bulunmamız ve fıçısına bir o kadar su katılıp, ağzı muhakkak kırık su bardağıyla verilirken, yarısı gene suyla takviye edilen, ancak insanı iki bardakta sarhoş eden şaraptan içmek, şarapkâr tarafından bize bahşedilen en büyük lütuflardan biriydi. Şarapkârın yanına gittim. Dışarıdaki adamın bir şair olduğunu ve onun gibi insanların Amerika’daki Kızılderililere benzediğini, bu yüzden kaba davranmasının yanlışlığını, küçük, yaşamamış ve buğulanmış aklımla, peltekleşmiş cümlelerle anlatırken suratıma okkalı bir tokat yedim. Beynimde şimşekler çakmadan önce şarapkârın morarmış yüzünü hatırlıyorum. Tokadı yedikten sonra konuştuğunda ancak onu fark edebilmiştim. “Kırk yıllık adamı bana tanıtıyor. Yok şairmiş… Yok Kızılderiliymiş. Ne olacak, şairse şair, Kızılderiliyse Kızılderili. Dua et, sen daha doğmadan babanı tanıyorum,” dedi. O an dirsek şaraphanesinde şarap içme serbest vize sebebini anladım. Sarhoş mektubunun okunmayacağını çok iyi bilen şarapkâr ters ters bakarak kapıya gitti, açtı ve konuşmadan geriye dönerek susuz bir bardak “beyaz” doldurup, içeriye giren Napolyon’un önüne koydu. Napolyon savaşını kazanmış, ben ise demkeşliğe özenmenin ve mekânın tipine göre racona karşı gelmenin bedelini ağır bir şamarla ödemiştim. Napolyon Celal’i o günden sonra bir daha görmedim. 

Celal Sılay, çok sevdiği dergisinin ‘son sayısını’ çıkartmak için, dostlarından topladığı paralarla gittiği İstanbul Nişantaşı’ndaki Amerikan Hastanesi’nin karşı sokağındaki bir apartmanın damı akan çatı katında sadece yatağı ve daktilosuyla ölümünden birkaç gün sonra bulundu. 

*** 

Bursa’nın işlek caddelerinde senelerdir davul çalarak dolaşan Deli Ayten’i sık sık çocuk düşürmesini önlemek için kısırlaştırıp, bunu büyük bir iş yapmanın onuruyla, yerel gazetelerde renkli fotoğraflarla anlatan şık giyimli beyler… Her gün içinden geçtikleri Kayan Çarşısı’nın sonundaki dirsek şarapçısında bir zamanlar Napolyon Celal ile Deli Ayten’in karşılıklı bardak tokuşturup muhabbet ederken, ne kozalar ördüklerini ve ne danteller işlediklerini biliyorlar mıydı acaba? Ve gene biliyorlar mıydı ki, o sıralar, Celal Sılay’ın en güzel aşk şiirlerini yazdığını. 

Seneler sonra şarapçının doldurduğu tırtıllı Paşabahçe su bardaklarının ağızlarındaki kırıkların, Napolyon Celal ile Deli Ayten’in muhabbet tokuşturmalarından kaynaklandığıdır benim bildiğim… Neyi çok iyi hatırladığımı soracak olursanız eğer; eğitimim için geldiğim İstanbul’da futbol oynarken, güç kazanmak için çalışma yaptığımız Gümüşsuyu merdivenlerinde, aşağı-yukarı koşarken, hayalini gördüğüm, hayata kırgın olmasına karşın, ağır hayat sporunun çalıştırıcılarından birinin kızgın gözlerle bana baktığıydı. Gözbebeklerinden benimkilere “Yine lüzumsuz işler yapıyorsun” gönderileri geliyordu. Sağ eli gene ceketinin düğmeleri arasında, sol eli Napolyonvari beline dayalı; dik ve mağrur başı, usturayla kazınmışçasına dazlaktı.