NATO ve İsveç’in sicili
Fotoğraf: AA

Ali ÖZTÜRK / Stockholm

İsveç daha bundan birkaç yıl öncesine kadar 18. yüzyılın başından beri savaş görmemiş olmakla övünen bir ülke idi. Finlandiya ile Rusya savaşında Finlandiya’nın yanında yer alan İsveç, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında oluşturulan ittifakların hiçbirinde yer almamıştı. İttifaklarda yer almamak ve tarafsızlık tavrı İsveç’te sağcı ya da solcu hemen hemen bütün siyasetçilerin hemfikir olduğu bir durumdu.

İsveçlilerin ortak tarih anlatıları ve bilinçleri bu tavır alışın üzerine oturtulmuştu. Ama bu tablonun tümden doğru olduğunu iddia etmek burjuva ikiyüzlülüğünü ve sosyal demokrasiye bütün tarihi boyunca egemen olan ‘sol gösterip sağ vuran’ siyaset tarzını hiç anlamamış olmak anlamına gelecektir.

NAZİLERE YOL VERDİLER

Bunun en bariz örneklerinden bir tanesi İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan eden İsveç’in Nazilerin kendi demiryollarını kullanarak Norveç’i işgal etmesine göz yummasıdır. Bir diğeri de ABD’nin Vietnam’da gerçekleştirdiği katliamlara karşı İsveçli sosyal demokrat siyasetçi Olof Palme’nin savaş karşıtı gösterilerde en önde yer almasıdır. Bu resim İsveç’in ezilen dünyaya sahip çıktığını göstermek için kullanılırken sosyal demokrat hükümetlerin ülkedeki komünistleri fişlemesi ve bu bilgileri başta CIA olmakla birlikte batılı ülkelerin istihbaratlarına iletmesi hep gizli kalmıştır.

Berlin Duvarı’nın yıkılması ve arşivlerin açılması ile birlikte İsveç’in bağlantısız ve tarafsızlık hikâyesinin aslında koca bir yalandan ibaret olduğu ortaya çıktı. Belge ve bilgiler bu dönemde İsveç’in ABD ile gizli anlaşmalar yaptığını ve olası bir Sovyet saldırısı halinde ABD’nin savaşa müdahil olmasını garanti altın aldığını gösteriyordu.

SÖZDE TARAFSIZLIK BİTTİ

NATO süreci bağlantısız ve bağımsızlık tartışmalarını ayyuka çıkarsa bile İsveç’in Avrupa Birliği üyesi olması ile birlikte sözde tarafsız olma durumu fiilen ortadan kalktı. Keza aynı dönemde NATO, ABD ve Birleşik Krallık ile ortak askeri anlaşmalar yapılması ile bağlantısızlık konusu da zaten başka bir düzleme evrilmişti. Yine de bu dönemde kimsenin açık açık NATO üyeliğine ve dolayısı ile NATO’nun yayılma siyasetine açık destek veremediğinin altını çizmek gerekiyor. Örneğin o yıllarda NATO üyeliği hakkında konuşan dönemin sosyal demokrat başbakanı Magdalena Andersson İsveç’in bağlantısızlığının her durumda devam etmesi gerektiğini vurguluyordu.

ABD ve NATO’nun Ukrayna’yı uç sınır karakoluna çevirme çabalarının direk bir sonucu olarak Ukrayna yönetiminin ülkedeki Rusya yanlısı muhalefete yönelik baskının artması ve özerkliğini ilan etmiş olan bölgelere saldırıların yoğunlaşmasına Rusya’nın tepkisi sert oldu ve savaş başladı.

Ortaya çıkan durumu bir ‘Rus tehdidi’ haline getiren Finlandiya NATO üyeliği tartışmasını açarken, İsveç ise kendi savunmasının Finlandiya’dan bağımsız düşünülemeyeceğini belirterek NATO’ya üyelik sürecini başlattı. Oluşan korku iklimini de kullanan Finlandiya ile İsveçli siyasetçiler kendilerine yöneltilen eleştirilere hiç aldırmadılar. Yine halkın süreç hakkında bilgilendirilmesine ve fikrini beyan etmelerine gerek görmeden parlamentolarında alınan kararlarla üyelik başvurularını gerçekleştirdiler. Her şey bir oldubittiye getirilerek NATO’nun genişlemesi, yani yayılması sürecini hızla sonuçlandırdılar.

GÜÇSÜZ MUHALEFET

Yangından mal kaçıran sosyal demokratların ve diğer tüm sağcı partilerin köpeksiz buldukları köyde değneksiz gezmenin rahatlığı ile hareket ettiği bu dönem “NATO karşıtı güçlerin” zayıflığını gözler önüne serdi. Nükleer silahların kullanılabileceği ilk kez bu dönemde dillendirilmesine rağmen güçlü ve birleşik bir karşı duruş hiçbir yerde geliştirilemedi.

Küçük parti ve grupların kendi çeperinde gerçekleştirdiği “NATO’ya Hayır!” eylemleri sadece bu grupların taraftarlarının katıldığı etkisiz eylemlilikler olarak kaldı. İsveç parlamentosunda yer alan ve geleneksel sosyalist damardan kopan daha çok feminist/radikal demokrat ideolojiye sahip bir parti olarak tanımlanabilecek olan VANSTERPARTI (Sol Parti) de oylamada “NATO’ya hayır” demenin dışında herhangi bir ciddi çalışma ortaya koymadı. Yani bütün coğrafyalarda hâkim olan kafa karışlığı ve demoralizasyonun burada da hâkim olduğunu ve yaşananların da bunun bir sonucu olduğunu söylemek mümkün.

Dünya, sapla samanın birbirinden ayrılamadığı çok garip zamanlardan geçiyor. Bir yandan Tayyip Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliği sürecinde sinekten yağ çıkartan “Bu kardeşiniz burada oldukça” ile başlayan ve her defasında 180 derece dönerek biten performansını izliyoruz. Daha evvelki süreçlerde kitlesel eylemlilikler örgütleyen barış, çevre ve kadın hareketlerinin dünya genelinde sınırlı etkisi olan hareketlere dönüşmüş olması da bu soluksuzluğun daha da net hissedilmesine neden oluyor.

SALDIRGAN EMPERYALİZM

Son yıllarda yaşanan katliamlara ve savaşlara karşı ciddi bir karşı koyuş örgütlenememiş olması nükleer silahlara sahip ülkelerin artık açık açık bu silahların kullanılabileceği savaşlardan söz edebilmesinin de önünü açtı. NATO’nun daha saldırganlaşması ve ABD emperyalizminin çıkarları ile çelişen her durumda askeri seçeneklerin ilk sırıya yerleşmesini daha sık göreceğimiz bir döneme giriyoruz.

Rusya’nın yakın sınır bölgesinde oluşturulmaya çalışılan tehdidi görünmez kılan ve Rusya’nın yakın çeper ülkeleri için tehdit olduğu iddiasını gerçekmiş gibi sunan herkes aslında savaşa cephane taşıyor. Yeni Dünya Düzeni’nde saflar tümü ile netleşti. Sol, sosyalist, devrimci çevrelerin bugün sınırlı bir etkiye sahip olması onun önünde duran görev ve sorumlulukları gerçekleştirmesini daha da zorlaştırıyor. Ancak herkes bilir ki tarihte en son sözü hep direnenler söyler!