“Bilim, itaatsız olana ihtiyaç duyar”  Adorno

Ne mutlu bilimselim diyene!

ÇAĞHAN KIZIL- Doç.Dr

Aziz Sancar ve Nobel’i üzerine çok konuşuldu. Teknolojik başarısına diyecek bir şey yok, ancak bilim soru sorarak ilerler ya, “bilime sarılın” demecinin ardından ben de sorularımı sormak istiyorum.

Aziz Hoca, ben kendimi bildim bileli bilime sarılmış birisiyim. Yani o tavsiyenize çok önce uydum. Bilime dair ilgim, lisedeki biyoloji öğretmenimin evrim dersiyle başladı. Günlerce evrim kitapları okuduğumu hatırlıyorum. O zamanlar evrim ile ilgili kitaplar daha rahat bulunuyordu. Sonradan Dünya fizik yarışmasında birinci olan fikirleri reddedip yerine suya dua okuyan çocukların projelerine destek veren ve hayvanat bahçesi müdürlerince yönetilmeye başlanan TÜBİTAK o kitapları toplattırdı. Evrimi öğreten hocalar işten atıldı. Gelgelelim sonra üniversiteye girdim, özerk ve bilimsel eğitim için mücadele eden öğrencilerin ağızlarının burunlarının kırıldığına, eğitimde bilimselliğin tartışıldığı forumların basıldığına, haklarında soruşturma açıldığına, okullarından atıldığına şahit oldum. Türkiye akademisinde gerçek “bilim insanı” yetiştirenlerin, işlerini tüm baskılara direnerek yapan az sayıdaki akademisyen olduğunu, onların da sürüldüklerini, hatta intihar ettiklerini gördüm. Velhasıl, ben de maalesef Türkiye’de “bilim” yapamayacağımı anladığım için uzun zamandır yurtdışında yaşıyorum, sizin gibi. Yüksek lisans derslerimi Nobel’li biyofizikçi Neher‘den, doktora derecemi de yine nadir rastlanan Nobel’li bilim kadınlarından Nüsslein-Volhard’dan aldım. Kariyerimde birçok başarılı bilim insanıyla tanıştım. Çok şey öğrendim, ancak öğrendiğim en önemli şey, bilimin sadece izole bir teknolojik alanda kalamayacağıydı. Bilim yapmak bir yaşam biçimiydi de, bir duruş, bir fikir ve tutarlılıktı. Bazıları „bilim“ alanına apolitik dünyalarının gerekçesi derken, bazıları da etraflarında yaşananlara „bilim“ etiği nedeniyle kayıtsız kalamıyorlardı. Yaşım hem Nobel kimya ve barış ödülü kazanan Pauling ile tanışmaya yetmedi, ancak ilk gen klonlamalarını yapan ve aynı zamanda bir barış aktivisti olan Beckwith ya da Nobel ödüllü Curl, Hoffmann, Greengard, Schrock gibi bilim insanlarıyla haksızlıklara ses verebilme şansına sahip oldum. Bilirsiniz Aziz hoca, bilim akademileri özerk ve liyakata bağlı oluşturulan kurumlardır. Ülkemde bilim akademilerini memuriyete indirgeyen yasalar çıkarken, Türkiye bilim akademisinin ikiye bölündüğünü gördüm. Dünyanın birçok yerinde özgür ve demokratik bilim için mücadele eden insanlarla tanışma fırsatına eriştim. Yıllar içinde bazı „bilim“insanlarının kendi kariyerleri ve ayrıcalıklı konumlarını korumak için güce taptıklarını gördüm. araştırma fonları alabilmek ya da yönetici konumlarını sürdürebilmek için politik iktidarlarla içli dışlı olduklarını üzülerek izledim. Akademisyenlerin eşitsizliklere gözlerini kapatmasını sağlayan şeyin, sınıfsal ve patriyarkal bakış açısının hegamonyası olduğunu anladım (Burada Jean-Paul Sartre ve Le Duc Tho’nun Nobel ödülünü, Grigori Perelman’ın Fields Medal ve Millenium Ödülü’nü reddetme sebeplerine iyi bakılmalı). Ülke savaş içindeyken, her gün kadınlar erkek şiddeti ile öldürülürken, çocuklar bombalarla güne uyanırken, ya da işçiler iş kazalarında katledilirken, „bilimsel“ eğitim sistemimizin yaratacağı makul vatandaşlardan biri olmamanın hapis, ölüm, sürgün ya da acı anlamına geleceğini bildim. Herşey bana şunu öğretti: „bilim“ demek, eşitsizlikleri ve haksızlıkları gözardı etmek için kaçıp da sığınılacak güvenli bir alan olursa değil, tam aksine, doktrinlere ve dogmalara karşı devrimci bir duruş ise saygındır. Ve akademisyen kendini her konuda yetkin hissetmemelidir. Örneğin 1956 Fizik Nobel’i sahibi ve zeki beyaz ırkın siyahlar yüzünden “geri evrim” yaşadığını iddia eden ırkçı Shockley, 1918 Kimya Nobel’i sahibi ve klorin gazıyla binlerce insanın ölümünü sağlayan projenin başlatıcısı Haber, 2001 Tıp Nobel’i sahibi ve laboratuvarlarda kadın-erkek ayrımını savunan cinsiyetçi Hunt, 1962 Nobel Tıp ödülünü alan, siyahların zeka düzeylerinin evrimsel olarak beyazlardan aşağı olduğunu söyleyen, geçenlerde de Nobel madalyasını satan Watson mükemmel araştırmacılar. Ancak, uzman olmadıkları alanlarda da konuşma yetkinliğini hissettiklerinde, toplumsal olaylar ve olgular üzerinde kendilerinin de zaten içine doğdukları sınıfsal bir tahakküm diliyle ahkam kesmekten öteye geçmediler.

Şunları sormak istiyorum: bilimi öğrettiğini ve yeni bilim insanları yetiştireceğini iddia eden ülkemizdeki ders kitaplarında Darwin, Koch, Fleming, Kepler, Pasteur isimlerinin neden zikredilmediğini dert etmeden mi bilime sarılalım? Sağlık bakanlığı’nın biyoetik kurullarına ilahiyatçıların getirileceği, Şuurlu Öğretmenler Derneği’nin resmi cihat faaliyeti yaptığı, okullarda ırkçı ve cinsiyetçi eğitimin ayyuka çıktığı MEB sistemini güzelleyerek mi bilim yapalım? Baskıcı bir eğitim sisteminin ve onun yarattığı eşitsizliklerin üstünü örtmekte beis görmeden mi bilime sarılalım? Popüler olanın haklı, çoğunluğun fikrinin doğru olduğunu düşünerek mi bilimselleselim? Pespaye proje önerileriyle milyon liralar alan ve bunun karşılığında yayın bile yapamayanlarca belirlenen bilim politikaları ışığında mı bilime sarılalım? Danıştay’ın intihal yapan akademisyenlerin üniversiteden atılmasını reddettiği bir ortamda mı bilimsel eğitim alalım? Bir makaleye diğer makalelerce ne kadar atıf yapıldığının göstergesi olan etki değeri endeksine baktığımızda, bilimsel yayın başına ABD’de 7 milyon yayında 20.7, Almanya’da 1.5 milyon yayında 14.1 olan bu ortalama etki değeri, Türkiye’de 120 bin yayında 4.3 iken mi bilime sarılalım? Özgür düşüncenin önüne set çeken herşeyi görmezden gelip ‘gerekirse bok yerim’ diyecek şekilde mi sarılalım bilime? İktidarları aklayacak kadar mı sevelim bilimi? Yıllarca bu ülkenin topraklarında ol(a)mayanların ithal başarılarıyla güzellenen ancak „yerli“ başarıları solmuş bir eğitim sisteminin içinde çabalayarak mı sarılalım bilime? Her gün devlet dersinde olurken çocuklar söyleyin lütfen, „ne mutlu“ mu acaba bilimselim diyene?