Soma’da yüzlerce çocuğun, mezar taşlarına “baba” diye seslendiğini unutan Enerji Bakanı, hayatta amacının “nasip olursa şehitlik” olduğunu söylemişti.

Türkiye parlamenter sistemine kaçak kat çıkan fiili rejimin savaşına gerekli insan kanı için şehitlik özlemini durgun bakışlarla dillendirmek elbette “milli” damar açma kampanyası gereğiydi.

Yoksa Soma Holding gömleğini acele değiştirip bezgin simasıyla saf tuttuğu meyve depolarında naaşları istiflenmiş 300 madencinin cenaze töreninde bu ulvi temennisini dile getirmemişti.

Ayrıca bu temenni; bakanlığı döneminde “ucuz emek istismarı ve Orta çağ standartlı” sektörde binlerce işçinin yığınlar halinde ölmesinde siyasi ve idari bedel ödemeye yanaşmayan Bakanın her “işçi katliamından” sonra siper olduğu “sermaye ve üretim” fetişizmine pek aykırıydı.

Ama elbette zamanın çıldırmış ruhu şimdi 13 yıldır muhafazakâr ideolojik hegemonyasına kattığı kesimler, emekçi ve yoksullardan “ilahi plan” fiili rejiminin kalıcı olması için çıkardığı savaşta ölecek çocuklarının şehitlik payesine sus pus razı gelmelerini istiyordu.

Türkiye tarihinin en kapsamlı “taşeronlaştırma” operasyonunu gerçekleştirmiş ve en geniş “ucuz, güvencesiz, örgütsüz, eğitimsiz” genç insan deposunu yaratmış, İslamcı militaristler, “şehit nesiller” devşirme gayretiyle yoksulların kapısını yine çalıyordu.

Ama iktidarları boyunca dış finansman tiryakisi, çimento çelik yığması, kamu kaynak yağması “Büyük Türkiye Ekonomisi” yalanı ardına yatan 15 bin işçinin vahşi ölümünü gayet soğukkanlı “şehitlikle” izah eden, tekme pençe yaşayan emekçi onuruna koruma ordusuyla saldıranların işi zordu.

Çünkü bugün dev bayrakların örtemediği “yoksulluğun” çocuklarına ve analarına “şehitlik mutluluğu bahşetmeye” kalkarken “servet birikimini” evladiyelik tamamlamış, saraylara kurulmuş rejiminin dizginsiz “mutlak güç” hırsına kaskatı milliyetçi ezberler bile dayanmıyordu.

Seçimlerde istediği sonuç çıkmayınca seçim, Meclis, hükümet kurumlarını tasfiye etmeye çalışan fiili durumun dayattığı “sınıfsal ölümün” kıyamete dek ümmet savaşı” bahanesi kitlesel destek bulamıyordu.

Diyadin’de yargısız infaz edilen Kürt çocuk işçiler, Ağrı’da öldürülen inşaat işçileri, ters kelepçe yere yatırılıp üzerlerinde “Türk devletinin gücü” diye tepinilen Kürt emekçiler, linç saldırısından kurtulursa yollara saçılan mevsimlik işçiler gibi “düşük yoğunlukta savaş zemininde” cüsselenen Türkiye neo-liberalizm namlusunun ilk doğrulttuğu ve cesetlerini “terörist” diye lanetlediği ya da “ şehit” diye sorgulatmadığı hayatına, emeğine el koyduğu “yoksullardı”.

Ve çift taraflı işletilen sınıfsal “ölüm piyasası” sermaye ve savaş sahiplerinin güç ihtiyacına göre her durumda Türk-Kürt kanı, canı almakla mükellefti.

İntikamcı öfke yaratma organizasyonu şehit cenazesi, linççi lümpen ajitasyonuna dönüşse de kan hesabı halk tarafından bozuluyordu.

Sonra... tarihin zamanı gelen ironisi gibi üniformalı subay kardeşinin cenazesinde “vatan-millet” kalıplarını alaşağı etmiş “asıl katil kim” diye sormuştu.

32 yaşında öldürülen kardeşinin yaşanmayan hayatını “şehitlik” tabutuna ve suskunluk tabusuna sığdırmayı reddetmiş, savaşın kirli derinliğine doğru bağırmıştı.