Neden yeni Anayasa?

Ulaş KARADAĞ*

“Yeni anayasa” konusu bir kez daha gündemde. Son yirmi yılda defalarca yeni anayasa yapımından söz edilse, farklı taslaklar hazırlansa da AKP/Erdoğan rejimi ülkeyi darbe anayasasıyla yönetmeye devam etti. Ancak bu defa durum biraz daha farklı görünüyor. Nitekim, Erdoğan 29 Ekim sonrası verdiği ilk önemli mesajla yeni Anayasa’nın “Önümüzdeki dönemin en büyük hedefi” olduğunu vurguladı.[1]

Saray rejimi geçtiğimiz yıllarda her ne kadar anayasa konusuna ayrı bir önem verse (ya da veriyormuş gibi görünse) de birçok hukukçunun söz konusu dönemin açıkça bir anayasasızlaştırma süreci olduğu hususunda uzlaştığı söylenebilir. Anayasasızlaştırma en basitinden, “başta Anayasa gelmek üzere yürürlükteki hukuk kurallarına saygı duymama, Anayasa’nın emredici hükümlerinin gereklerini yerine getirmeme, anayasal yasakları aşma şeklinde, devleti giderek hukuktan arındırmak” anlamına geliyor.[2] Bir başka deyişle, “Yürürlükte bir ‘Anayasa’ var; ama bu ‘Anayasa’ gerçek anlamda devletin temel organlarını bağlamıyor. Devletin temel organları, işlerine gelmediğinde bu Anayasanın şu ya da bu maddesiyle kendilerini bağlı hissetmiyorlar; maddelerin emrettiği şeyleri yapmıyorlar veya maddelerin yasakladığı şeyleri yapıyorlar (…). Bu şekilde de Anayasa’nın ilgili maddesi etkililiğini yitiriyor”.[3]

Altını çizmeye çalıştığı noktalar bakımından anayasasızlaştırma kavramı önemli bir kavram. Ancak ben Türkiye’nin 2002 sonrası anayasal yakın tarihinin (anayasasızlaştırma kavramının işaret ettiği değişimi de içerecek şekilde) bir anayasal ele geçirme süreci olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu iki kavramı bu yazıda karşılaştırmak mümkün olmasa da anayasal ele geçirme ile ne kastettiğimi kısaca açıklayabilirim.

∗∗∗

Kavramı siyaset bilimci Jan-Werner Müller kullanıyor. Müller, anayasal ele geçirmenin bir anayasal sistemdeki fren ve denge mekanizmalarını zayıflatmayı, daha da önemlisi iktidar değişimini zorlaştırmayı hedeflediğini belirtiyor.[4] Bu, anayasada biçimsel değişiklikler eliyle (yani anayasa maddelerinin veya anayasanın tümünün değiştirilmesiyle) yapılabileceği gibi, devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının (yargıdan medyaya kadar), dolayısıyla da toplumsal sahanın ele geçirilmesi ve kontrolüyle de sağlanabilecek bir durum. Bu nedenle Müller ilkine biçimsel anayasal ele geçirme, ikincisine sosyo-politik anayasal ele geçirme adını veriyor.[5] İkincisinde sosyal, politik-ideolojik aygıtların kamu hukukunun (gayrişahsi) kurumsal mimarisinin felce uğratılarak ele geçirilmesi, en nihai ve etkili sonucunu anayasal düzen bakımından doğuruyor. Dolayısıyla anayasal ele geçirmenin, hem “anayasa(l)” kavramını anayasa maddelerinden daha geniş bir kapsamda ele alması hem de hukukun dinamik bir güç ve strateji mücadelesi sahası olduğunu ima etmesi nedeniyle daha kullanışlı olduğunu söyleyebiliriz.

Anayasal ele geçirme, AKP/Erdoğan’ın bütün bu otoriter dönüşüm süreci boyunca neden Anayasayı toptan değiştirmediği, daha doğrusu yeni bir anayasa yapımına ihtiyaç duymadığı sorusuna da yanıt verebilmemizi sağlıyor. Burada önemli olan husus, yeni anayasa gündeminin hep hazırlık aşamasında kalmasının, koşulların bir türlü elvermeyişi gibi durumlardan kaynaklanmadığının, aksine bilinçli bir seçim olduğunun anlaşılmasıdır. 82 Anayasası’nın AKP’nin otoriterleşme ajandası için sağladığı kolaylık bir yana; ihtiyaç duyulan yeni bir anayasa değil, sosyo-politik kurum ve aygıtların ele geçirilme mekanizmalarının inşa edilmesi olmuştur. Amaç ise, AKP’li yılların liberal çevreler tarafından olumlanan ilk dönemi de (hatta esas olarak bu dönem) dahil olmak üzere, hukukun/yasanın ne olduğunu ilan etme mücadelesinde rakiplerin alt edilmesidir. Dolayısıyla konu, anayasa maddelerinin etkililiğini yitirmesi sorunundan daha kapsamlıdır ve anayasasızlaştırma kavramının öne çıkarıldığı son dönemeçten çok daha öncesine (AKP’nin ustalıkla devam ettirdiği 2002 öncesi neoliberal otoriterleşme sürecine kadar) uzanır.

∗∗∗

Peki, “Türkiye yüzyılı”nın en önemli hedefi neden yeni anayasa olabilir? Bir başka deyişle, neden yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuluyor? Burada akla gelen ilk husus, Türkiye’de biçimsel ve sosyo-politik anayasal ele geçirme süreciyle inşa edilen rejim biçiminin, ayırt edici niteliklerinin kalıcılaştırılması suretiyle bir devlet biçimine dönüştürülmesi hedefidir. “Rejim biçimi” kavramı, bir devlet tipinin (söz gelimi kapitalist devlet) özel bir biçiminde (liberal hukuk devleti veya otoriter devlet diyelim buna da) hayat bulan rejimleri niteler: anayasal monarşi veya parlamenter demokrasi gibi.[6] Bunlar birer devlet biçimi değildirler çünkü devlet tipinin (kapitalist devlet) uzun soluklu olarak aldığı kalıcı bir biçimden ziyade daha kısa süreli ve konjonktürel dönüşümleri ifade ederler. (Dahası, bu rejim biçimleri kapitalist devlet biçimlerinde olduğu gibi, temel olarak kapitalizmin dönemselleşmesinden kaynaklanmaz). Türkiye’de otoriter devlet biçimi (ki bir devlet biçimi olarak otoriter devlet faşizm gibi olağanüstü/istisnai bir devlet biçimi değildir; söz gelimi Türkiye’de 1990’lı yıllarda da otoriter bir devlet vardır), bir süre kısıtlı bir parlamenter demokrasi rejimi altında, daha sonra ise gittikçe istisnaileşen ve kimilerinin neopatrimonyal sultanizm kimilerinin rekabetçi otoriterlik kimilerininse tek adam rejimi olarak adlandırdığı otokratik bir rejim biçimiyle yaşamını sürdürmüştür. Bu son aşamada rejim biçimi, hem üretim ilişkileri hem de üstyapısal kurumlar/aygıtlar bakımından önemli konjonktürel değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Yerimiz bunları açıklayacak kadar geniş değil; fakat saray rejiminin bir süredir bu dönüşümü tahkim etme göreviyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Bu aynı zamanda, bir yandan siyasal ve ekonomik açıdan artık olağanüstü/istisnai sayılabilecekken diğer yandan giderek normalleştirilmeye çalışılan bir rejim biçiminin “Türkiye yüzyılı”nda kalıcı bir devlet biçimine dönüştürülmesi gibi uzun vadeli bir politik-ekonomik ajandayı karşımıza çıkarıyor. İşte burada yeni anayasa özgün bir öneme sahip.

∗∗∗

Kansu Yıldırım’ın Yeni Anayasa ve Üretim İlişkileri başlıklı yazısında, “anayasa metinleri, ulusal ölçekte egemen olan ideolojik yapının ve üretim ilişkilerinin normatif ifadesidir” diyerek rejimin “başkanlık sisteminin devletin ve gündelik hayatın tüm alanlarında hukuki kodifikasyonunu tamamlayacak ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına doğrudan cevap verecek ‘yeni’ kurucu perspektif” arayışında olduğunu belirtmesi bu bakımdan önemlidir.[7] Burada yeni anayasaya, “sermayenin sınırsız tahakkümüne” olanak tanıyan, onu garanti altına alan hukuki, politik ve ideolojik bir mutlak kuşatmanın temel belgesi olma rolü verilmesi, dolayısıyla da sözünü ettiğimiz kalıcılaştırma projesinin en önemli sacayağı payesi biçilmesi bir hayli olası.

Son olarak, yeni Anayasa’nın stratejik roller üstleneceğini de belirtmek gerek. Anayasal ele geçirme süreci, önemli bir bölümünde güçlü liderlik ve lider hukuku marifetiyle hayat buldu. Ancak eninde sonunda bu ikisi de özellikle sermayenin arzuladığı politik-ekonomik güçler dengesini ancak konjonktürel olarak ve belirli bir süreliğine istikrara kavuşturabilir. Sermaye bir noktada lider ve hukukuyla ayakta tutulan düzenin kurumsallaştırılmasını talep eder. Bu noktada yeni anayasa, özellikle de yargıya (ve anayasa yargısına) ilişkin önemli değişiklileri hayata geçirerek yeni bir anayasal mimari, düzen yaratmış olacaktır. Muhalefetin ise bütün bunlara, “yeni bir anayasa yapılacaksa oturup beraber yapalım” perspektifinden yaklaşacağına şüphe yok.

[1] “Erdoğan'dan 'yeni anayasa' mesajı: Önümüzdeki dönemde en büyük hedefimiz”, BirGün, 30.10.2023, https://www.birgun.net/haber/erdogan-dan-yeni-anayasa-mesaji-onumuzdeki-donemde-en-buyuk-hedefimiz-479738.

[2] İbrahim Kaboğlu, “Depolitizasyon + anayasasızlaştırma= Totalitarizm (mi?)”, BirGün, 06.10.2016, https://www.birgun.net/makale/depolitizasyon-anayasasizlastirma-totalitarizm-mi-130477.

[3] Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte Mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”, 17.04.2016, s. 16, https://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma-kisa.pdf.

[4] Jan-Werner Müller, Rising to the Challenge of Constitutional Capture: Protecting the rule of law within EU member states”, Eurozine, 21.03.2014, https://www.eurozine.com/rising-to-the-challenge-of-constitutional-capture/.

[5] Jan-Werner Müller, “Protecting the Rule of Law (and Democracy!) in the EU The Idea of a Copenhagen Commission”, Reinforcing Rule of Law Oversight in the European Union, Closa, Carlos/ Kochenov, Dimitry (Ed.), Cambridge University Press, 2016, s. 208

[6] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev. Şule Ünsaldı, Epos Yayınları, 2014, s. 175 vd.

[7] Kansu Yıldırım, “Yeni Anayasa ve Üretim İlişkileri”, Evrensel, 29.09.2023, https://www.evrensel.net/haber/499977/yeni-anayasa-ve-uretim-iliskileri.  Vurgu bana ait.

*Hukukçu