Artık ister iktidar ister muhalefet olsun düzen siyasetçilerinin “kaygılı muhafazakârlar” diye emekçi kitleleri mecbur etmeye çalıştıkları sadaka düzeninde, tarikat ve cemaat okulları ile yurtlarında yaşanan hak gaspları, istismar ve tecavüz, cinayet ve intihar kamuoyunca bilinir hale gelmiştir.

Neoliberal-İslamcılık, tarikat ve cemaatler, tahakküm ve kriz

Gönenç Uysal

Bir üniversite öğrencisinin intiharına sebep olan cemaat yurdunda gördüğü baskı ve geleceğe dair umutsuzluğu, esasen Türkiye’de tarikat ve cemaat yurtlarına dair yapmamız gereken tartışmanın iki ana eksenini belirliyor: Siyasal İslam ve neoliberalizm.

Siyasal İslam’ın kök salmasını ve yükselişini güncel aldığı biçim ve ilişkilenmesi açısından tartışabilmek için Soğuk Savaş konjonktürüne bakmamız gerekir. Dünyanın kapitalist-sosyalist olarak iki ana kutupla karakterize olduğu Soğuk Savaş bağlamında Türkiye, dünya kapitalist sistemine periferi/çevre ülke olarak eklemlenmesi sonucu kapitalist blokun da periferisi konumundaydı. Bu konjonktürde, Sovyetler Birliği’nin güney sınırında bulunduğu için Türkiye’ye biçilen görev kapitalist blokun sosyalizme ve sola karşı uzak karakolu ya da tampon ülkesi olmaktı. Hâkim sınıfların köylü ve işçi sınıfları üzerindeki düşünsel egemenliğinin kapitalizme eklemlenmiş prekapitalist bir kalıntı olarak dinden beslenmeye devam ettiği bu dönem, siyasal İslam tohumlarının ülkeye ekilmesi için en uygun dönemdi. Nitekim, özellikle kırsalda ama aynı zamanda kentlerde Cumhuriyet modernleşmesi karşısında yer altına çekilmiş tarikat ve cemaatler 1945 sonrası düzen siyasetçilerinin, bilhassa sağ partilerin muhatap aldığı ve organik ilişkiler geliştirdiği Türkiye siyasetinin meşru aktörlerine dönüşmüştür.

Soğuk Savaş konjonktüründe periferi devlet aygıtı, hem bürokrasi hem de yasama-yürütme-yargı erkleriyle tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerini bizzat desteklemiş, hatta zaman zaman tarikat ve cemaatlerle —örneğin kadrolaşma ile— organik ilişkiler kurmuştur. Bu bağlamda, liberal-muhafazakâr tarih yazımının iddia ettiği gibi tarikat ve cemaatler Cumhuriyet modernleşmesinin karşısında yeraltına çekildiği için güçlenmemiştir. Aksine, hem düzen siyasetçileri hem de devlet aygıtı tarafından desteklenerek kamusal alanda meşru unsurlar olarak faaliyet göstermeye başladıktan sonra güçlenmiştir. Örneğin, Fethullah Gülen’in Komünizmle Mücadele Derneği kurucularından olması tesadüf değildir. Bu sürecin temelinde tarikat ve cemaatlerin ticaret, finans, sanayi alanlarında faaliyet gösteren vakıfları sayesinde sağladıkları sermaye birikimi yer almaktadır. Bugüne gelindiğinde İslamcı sermayesi/ burjuvazisi ile tarikat ve cemaatler hâkim sınıf fraksiyonudur ve devlet aygıtı ve düzen siyasi partileri ile organik ilişkileri vardır.

1980 darbesi Türkiye’de metalaşma ve piyasalaşma, güvencesizleştirme, sermayenin hareketliliği önündeki tüm engelleri gerekirse zor yoluyla kaldırma üzerinde yükselen neoliberalizme geçişi dayatmak için sınıf bilincini dini ve dinselliği kullanarak yıkmaya çalışmıştır. Bu dönem, sosyalizme ve sola karşı yeşil kuşak projesine Türkiye zaten çoktan dâhil edilmiştir. Böylece neoliberalizme geçiş, çoğu sol-seküler unsurun devlet kadrolarından ve kamusal alandan tasfiye edildiği, buna karşılık devlet aygıtının ve düzen siyasetçilerinin tarikat ve cemaatlere yaslandığı bir dönemdir. Nurcular ile Kenan Evren’in, İskenderpaşa ile Turgut Özal’ın yakın ilişkileri kamuoyunca bilinirken, belli tarikat ve cemaatlerin vakıfları 1982’de vergiden muaf tutulmuştur. Böylece, zaten eğitim yoluyla nesillerin İslamcılıkla yetiştirilmesine odaklanan tarikat ve cemaatler okullar, dershaneler, yurtlar kurarak eğitimde önemli bir güç haline gelmiştir. Bu noktada tarikat ve cemaat okullarının ve yurtlarının sınıfsallığını gözden kaçırmamalıyız: Köylü ve işçi sınıfı çocuklarını, eğitim vaadiyle, kapitalist sömürü ve tahakkümü gizleyen uhrevi kutsallığa ve bu kutsalın dogmatik öğretilerine biat eden müritler haline getirmek.

1980 darbesinin neoliberal-İslamizasyon hedefinin günümüz Türkiye’sinde siyasal İslam’ın iktidarı sayesinde en görkemli dönemini yaşadığını söyleyebiliriz. Nitekim neoliberal devletin eğitim, sağlık, barınma gibi sosyal güvenlik ve adalet alanlarından çekildiği neoliberal dönemde boşluğu tarikat ve cemaatler doldurmuştur. Yoksul halk kesimlerine neoliberal devletin tek vaadi sadakadır ve bu sadaka tarikat ve cemaatlerin vakıfları üzerinden yürütülmektedir.

İslamizasyon sadece “hayat tarzı”na indirgenebilecek araçsal bir unsur değildir; toplumsalın ve bireyselin tüm alanlarını dinsellikle yeniden üreten kurucu bir unsurdur. Bu bağlamda, intihar eden üniversite öğrencisinin ailesinin mensubu oldukları cemaati suçlamaması, sadece maddi zorunluluklarla açıklanamaz; hayatın ve hatta ölümün dinsellikle yeniden kurulması söz konusudur. Elbette burada söz konusu öğrenci sınıfı itibariyle emekçi sınıfın üyesidir; çünkü piyasalaşmanın ve güvencesizleştirmenin bizzat muhatabıdır ve bunun da bilincindedir. Geleceğe dair hiçbir vaadi kalmayan kapitalizmin öğrencileri mahkûm ettiği umutsuzluk siyasal İslam’ın dayattığı dinsel zor ve tahakkümle birleşmiştir ve esas tartışılması gereken iki ana eksen işte budur.

Siyasal İslam’ın hegemonyasının ekonomik krizle derinleşen siyasi bir kriz yaşadığı ve bu açıdan, hem kırsalda hem kentlerde emekçi kesimlerin rızasını devşiremediği bir dönemdeyiz. Bu durum, neoliberal-İslamcılığın en zayıf olduğu döneme de işaret etmektedir. Artık ister iktidar ister muhalefet olsun düzen siyasetçilerinin “kaygılı muhafazakârlar” diye emekçi kitleleri mecbur etmeye çalıştıkları sadaka düzeninde, tarikat ve cemaat okulları ile yurtlarında yaşanan hak gaspları, istismar ve tecavüz, cinayet ve intihar kamuoyunca bilinir hale gelmiştir. Bu olayları münferit göstermeye çalışan ve tarikat ve cemaatleri demokrasi, insan hakları gibi modern kavramlarla savunmaya çalışan liberal-muhafazakâr kesim çok temel bir noktayı gözden kaçırmaktadır. Tarikat ve cemaatler meşruiyetlerini uhrevi bir kutsallıktan almaktadır ve öğretileri göklerden indiği varsayılan emirlere dayandığı için akla dayanan düşünceyi kısıtlamakta ve tahakküm altına almaktadır. Tarikatların ve cemaatlerin akla, akılcılığa ve aydınlanmaya dayanan modern toplumda varlığını devam ettirmesinin tek sebebi söz konusu modern toplumun hâlâ kapitalist çelişkilere dayalı sınıflı toplum olmasıdır ve dini dogmalar kapitalist sömürünün ve tahakkümün üstünü örtmektedir.

Emekçi halk kesimlerinin tarikat ve cemaat okullarına ve yurtlarına giderek artan tepkisi kaçınılamaz bir gerçeği gözler önüne sermektedir: Neoliberal-İslamcı düzen gözlerimizin önünde, somut bir şekilde, tam göbeğinden çatlayıp yarılmaktadır. Gramsci’nin deyişiyle, “kriz, eskinin ölümü ve yeninin doğamaması durumudur”. Türkiye’nin emekçilerine, öğrencilerine vaat edilmesi gereken tarikat ve cemaatlerin dayattığı gerici karanlık değildir. Aklın, aydınlanmanın ve ilerlemenin ancak sömürünün ve tahakkümün olmadığı sınıfsız bir toplumsal düzende mümkün olduğu ve böyle bir toplumun kurulabileceği vaadidir. Bu vaat de elbette tarikat ve cemaatleri ve bu unsurların beslendikleri neoliberal-İslamcılığı tam cepheden hedef alabilmeyi gerektirir.