Google Play Store
App Store

Finansal kriz, kemer sıkma, salgın ve yaşamsal maliyet krizi İngiltere’de toplumsal yapının çökmesine sebep oldu. Devlet, sağlıklı bir toplum ve canlı bir ekonomiyi var eden koşulları sağlamayı bıraktı ve bunları yaparak işçileri daha iyi “terbiye edeceğini” düşündü. Sonuç: Finansal değil “gerçek” ekonomide bir kriz yaşıyoruz.

Neoliberal yanılgının krizi
İngiltere’de emekçiler ekonomik krize karşı aylarca kitlesel eylemler düzenledi. (Fotoğraf: Depo Photos)

Grace BLAKELEY

Birleşik Krallık’ta hiçbir şeyin düzgün işlemediğini söylemek artık “radikal” bir görüş sayılmıyor. Temel hizmetler yetersiz, yoksulluk yükselişte ve toplumsal doku her geçen gün bozuluyor. Bazı ekonomi yazarları bir nebze ironi de yaparak İngiltere’nin “gelişmekte olan ülkeler” göstergelerine sahip olduğunu yazıyorlar. Peki, buraya nasıl geldik?

Verilere bakacak olursak, dönüm noktamız gayet net. 1990’ların başından 2000’lere kadar ülkede her şey iyi gidiyor gibi görünüyor. Milli gelir her sene istikrarlı artış kaydediyor, ekonomik üretkenlik göstergeleri yükseliyor ve enflasyonda kayda değer bir artış görülmüyor. Ekonomik krizsiz geçen 15 yıllık dönemden sonra, dönemin Hazine Bakanı Gordon Brown “dönemsel krizler” döngüsünün artık sona erdiğini öne sürecek kadar iyimserdi. Fakat işler değişecekti.

Milli gelir, ekonomik performansı ölçmek için iyi bir veri değildir. Varlık fiyatlarındaki artışı gereğinden fazla vurgularken ekonominin çevreye etkisi gibi önemli faktörleri görmezden gelir.

Krizden önce birçok dikkatli ekonomistin bildiğini artık hepimiz biliyoruz. Birleşik Krallık’ta 2008’den önceki büyüme, sağlıklı temellerden yoksundu.

Berlin Duvarı’nın yıkılması dünyayı bir tür “hiper-küreselleşme” dönemine sokmuştu ve dünyada paranın özgür hareketi önünde kalan son engellerin de bir bir yıkılacağına herkes inanıyordu. Para gelişmekte olan ülkelerden vergi cennetlerine kaçıyor, oradan da gelişmiş ülkelerin büyümekte olan borç piyasasına giriyordu.

Varlıklı ülkelerde devletler insanları borçlanmaya ya da ev sahibi olmaya teşvik etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Amaç bir tür “küçük kapitalistler” sınıfı yaratmak, hisse senedi fiyatlarının ve gayrimenkul değerlemelerinin gerçekten “herkesin çıkarına” hizmet ettiğini doğru kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Ulusları bir holding bünyesindeki şirketler gibi gören neoliberal siyasetçiler, Birleşik Krallık’ın 15 yıllık ekonomik göstergelerinin olumlu bir tabloya işaret ettiğine gerçekten ikna olmuşlardı. Milli gelirdeki artış, bir şirketin senelik kârını açıklaması gibi heyecanla karşılanıyordu. İbre yukarı çıkıyorsa, sorun yoktur deniyordu.

Fakat milli gelir verisinin yansıtmadığı gerçekler de vardı. Şirketlerin işçi emeğini sömürerek, vergi kaçırarak, fiyatları şişirerek, doğayı kirleterek kazanç elde etmesi gibi yalnızca kârlılığa bakarak anlaşılamayan olgular vardı. O zamana kadar varlıklı sınıfa asimetrik kazançlar sağlayan milli gelir artışı aslında istikrarın, adaletin ve sürdürülebilirliğin altını oyan bir olguya dönüşmüştü.

BİR KRİZDEN DİĞERİNE

2008 krizinin patlak vermesiyle işsizlik arttı, maaşlar düştü ve milyonlarca insan yoksulluğa sürüklendi. Ülkeyi o noktaya getiren açgözlülük ve pervasızlık, “ekonomiyi koruma” bahanesiyle korundu ve kollandı. 2008 üzerinden birkaç sene geçtiğinde Birleşik Krallık hükümeti kamusal hizmetlerde öyle kesintilere imza attı ki, normal şartlarda kemer sıkma politikalarının küresel savunucusu olan IMF tarafından bile uyarıldı.

Kamusal harcamalardaki kesinti yoksulları daha da yoksullaştırırken, gevşek para politikası zenginleri daha da zengin ediyordu. İngiltere Merkez Bankası ekonomik büyümeyi canlandırmak için rekor faiz indirimlerine gidiyor, yaratılan hayali para varlık fiyatlarını şişiriyordu. Finans piyasalarına giren yeni para, toplumun en varlıklı kesimlerine muazzam getiriler sağlıyordu. Fakat gevşek para politikası, kriz öncesi uygulanan ekonomik modeli yeniden ayağa kaldırmaya yetmeyecekti. “Özelleştir, küreselleştir, finansallaştır” stratejisinin işlemesi için satılacak varlık olması, girilecek yeni sahalar olması ve yeni borç yaratılması gerekiyordu.Finansal krizi takip eden on yılda üretkenlik göstergeleri ampulün icadından beri görülen en uzun durgunluğu yaşadı. Normal şartlarda ekonomik büyümenin altında yatan başlıca faktörün üretkenlik artışı olması beklenir. Üretkenlik artmayınca, haliyle ekonomik büyüme de durdu. 2014-2020 döneminde ülkenin yıllık ekonomik büyüme oranı yüzde 2,4’ü geçmedi. Kaydedilen kısıtlı büyümeden işçi sınıfının aldığı pay, yok denecek kadar azdı.

Tam bu esnada dünyayı pandemi vurdu ve küreselleşme dinamikleri bir anda terse döndü. Limanlar ve fabrikalar kapandı, tüketiciler evlerine hapsoldu, küresel ekonomiyi ayakta tutan üretim ve tüketim ilişkileri bir anda donakaldı.

Kapitalizm yalnızca “devir daim” hareketiyle ayakta kalabilir. Dolayısıyla sistemin bir anda durması, çökmesi anlamına geliyordu. Varlıklı devletler bir kez daha devreye girerek büyük şirketleri ve finans kurumlarını desteklemeye koyuldular. 2020 yılı gelir artışı bakımından İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en kötü yıldı. Aynı esnada ülkedeki milyarder sayısı rekor kırdı. Dünya ekonomisi bir kez daha “felaketin eşiğinden” kurtarılmıştı, fakat temelde yatan çatlaklar görünür olmaya başlamıştı. Pandemi döneminden gelen tedarik zinciri sıkıntıları, enerji üretimindeki düşüş ve Ukrayna Savaşı, krizi daha da derinleştirdi.

Fakat bu faktörler krizin çıkış noktasını açıklarken, sürekliliğini açıklamakta yetersiz kalıyor. Politika yapıcılar “açgözlü işçilerin” yüksek maaşlar talep etmesini gerekçe olarak sunuyordu. Neticede merkez bankaları ekonomiyi soğutmak, işsizliği artırmak ve işçilerin pazarlık gücünü kırmak için faizleri artırmaya koyuldular.

Aslında yaşam maliyetleri krizinin temelinde işçilerin değil, şirketlerin açgözlülüğü yatıyordu. Büyük, tekelleşmiş şirketler enflasyon ortamında fiyatları maliyetlerden de hızlı yukarı çekiyorlardı. Dolayısıyla enerji, finans, altyapı gibi sektörlerde rekor kârlılıklar açıklandı. İşçi sınıfı ise bir kez daha yoksulluğa mahkûm edildi.

GERÇEK SORUN NEYDİ?

Milli gelir ya da üretkenlik gibi manşet verilere baktığımızda hikâye basit görünüyor: 2008’e kadar işler iyi gidiyordu, fakat kriz patlak verdi ve etkileri on yıl boyunca hissedildi. 2020’de tekrar büyük bir kriz yaşandı ve etkilerini hâlâ hissediyoruz. Bu sığ analizden çıkarılacak sonuç, yaşanan talihsiz (fakat önlenebilir) krizlerin İngiltere ekonomisinde kalıcı yaralar açtığı olabilir. Fakat bu, hikâyenin tamamını açıklamıyor. Yaşanan krizlerden tüm ülkeler etkilendi. Ancak İngiliz ekonomisi giderek geride kalıyor. Üretkenlik verisine bakan ekonomistler, 2008 yılından itibaren başlayan verimsiz dönemi açıklamakta çaresiz kalıyorlar. 2008 yılından itibaren bir şekilde “verimsizlik” dönemine girilmişti.

Ancak “ekonomi” dediğimiz şeyi geniş toplumsal ve ekonomik faktörlerle bağdaştırdığımızda gizem perdesi ortadan kalkıyor. Ekonomik teori genellikle insanların toplumsal etkileşimi “kazanç elde edilecek fırsatlar” olarak gördüğünü varsayar. Bu görüşe göre devletin görevi, etkileşim süreçlerini serbest piyasa ve rekabet kurallarına göre düzenlemektir. Doğru kuralları, doğru kişilere uygularsanız, teknolojik ilerlemeler ve rekabet sayesinde üretkenlik artışı yaşanacaktır. Böyle baktığımızda üretkenliğin bir anda yitirilmesini açıklamak imkansızlaşıyor. Nihayetinde, devlet müdahalesiyle başarıyla yönetilen finansal kriz, çalışılan saat başına üretilen değeri neden derinden etkileyecekti ki?

Fakat ekonomiyi tekrar toplumun bir parçası olarak değerlendirdiğinizde yanıtlar belirginlik kazanıyor.  Finansal kriz, kemer sıkma, salgın ve yaşamsal maliyet krizi İngiltere’de toplumsal yapının çökmesine sebep oldu. Kapitalist toplumlarda değer üretiminden sorumlu olan “insan emeğini” üreten sistemler yerle bir oldu. Sonuç olarak, finansal ekonomide değil, “gerçek” ekonomide kriz yaşıyoruz.

Neoliberal bakış açısının iddiası aksine ülkeler, şirketler gibi değildir. Şirketler istihdam piyasasından ucuz ve beceri sahibi emek satın alarak ayakta kalırlar. Devletler ise istihdam piyasalarını var eden koşulları oluştururlar.

İngiltere’deki çöküşün başlıca sebebini arıyorsak, şunu göz önünde bulundurumalı: Devlet, sağlıklı bir toplumu ve canlı bir ekonomiyi var eden koşulları sağlamayı bıraktı ve bunları yaparken işçileri daha iyi “terbiye edeceğini” düşündü.

Hayatta kalmak, “üretken” kalmak için ihtiyaç duyduğumuz temel hizmetler yerle bir olmuş vaziyette. Ruh ve beden sağlığı iyi olmadığı için çalışamayan insanların sayısında rekor artış gözlemliyoruz. Neden? Çünkü sağlık harcamaları kısıldı. Milyonlarca insan kronik stres ve ruh sağlığı sorunları ile mücadele ediyor. Çünkü kiralarını ve faturalarını zor ödüyorlar.

Milyonlarca insan kendilerini “fazlalık” olarak gören düzen tarafından dışlanmış vaziyette ve gerçek potansiyellerini hiçbir zaman gerçekleştiremeyecekler. Neden? Çünkü eğitim harcamalarını azalttık ve insanların ihtiyaç duyduğu eğitimi almalarına engel olduk. Yıkılan bir yolu yeniden inşa etmek için belli bir para harcamak yeterlidir. Bir insanı yeniden inşa etmek ise paradan fazlasını gerektirir.

Çeviren: Fatih KIYMAN

Kaynak: Tribune Mag