Neoliberalizm yasalarını korumakta ısrarlı olabilir. Sermayenin krizler sonunda tahrip olmasının ardından kapitalistler artık daha ucuz olana yönelir. Toparlanmanın ne kadar güçlü olduğu, esasen egemen kapitalistlerin krizin bedelini işçi sınıfına ödetmeyi ne kadar iyi başardıklarına bağlı.

Neoliberalizmin krizi ve açmazı
Credit Suisse önünde 2019’da eylem yapılmıştı.

Nafiz ÖZBEK*

Marx’ın kriz teorisinin temeli, emeğin değer teorisine dayanır. Kapital’in ilk cildinde açıkladığı gibi, tüm metaların hem bir kullanım değeri hem de bir değişim değeri vardır. Kullanım değerleri niteliksel olarak farklıdır ve bu nedenle karşılaştırılabilir değildir. Yine de her meta diğerleriyle değiştirilebilir olmalıdır. Bu da niceliksel olarak ölçülebilen ve karşılaştırılabilen ortak bir özellik gerektirir. Bu özellik, insan emeğinin zaman ile ölçülen değeridir. Bir metanın değeri, onu üretmek için gereken ortalama emek zamanı (toplumsal olarak gerekli emek zamanı) cinsinden ölçülür. Tüketim piyasası için üretilen metalar (piyasa malları) ortalama olarak bu değer üzerinden değiş tokuş edilir. Bu durum, üretim sırasında tüketilirken değer yaratabilen tek meta olan emek gücü için de geçerlidir. Bunun nedeni, üretimde emeğin, değerin ölçüsü olan emek zamanı ile ölçülen hammaddelere, makinelere vb. eklenmiş olmasıdır. Bunu daha basit şöyle de açıklayabiliriz: Kapitalizmde para, ürün, meta gibi kas ve beyin gücü olan emek de kendi başına somut olarak piyasada alış-veriş yoluyla pazarlanan bir meta biçimine dönüştürülmüştür.

Diğer metalarda olduğu gibi, emeğin değeri de onu (yeniden) üretmek için gereken emek zamanıyla, yani işçileri hayatta tutan mal ve hizmetleri üretmek için gereken zamanla ölçülür (sistemin patronları bu yüzden besin maddelerini nispeten ucuz tutmaya çalışırlar). Aynı zamanda, emek gücünün değerinde, az ya da çok zorunlu olmayan tüketimi mümkün kılan ve sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak elde edilen sosyal, kültürel bir unsur da vardır. Bu nedenle ve ayrıca belirli gıda maddelerinin ülkeden ülkeye farklı değerlere sahip olması nedeniyle, metaya dönüştürülmüş olan emek gücünün değeri bazı ülkelerde diğerlerinden daha düşüktür, ancak bu elbette zaman içinde veya ekonomik gelişme sırasında değişebilir. Örneğin, Türkiye’de veya benzer satelit ülkelerde, son dönemlerde yaşanan besin maddelerindeki olağanüstü artışlar buna işaret ediyor.

***

Emeğin değeri ücretlerin seviyesini belirler. Dolayısıyla meta emek gücünün değerini belirleyen faktör, işçinin ürettiği ürünün değeri değil, yeniden üretim maliyetleridir. Bu nedenle çalışma gününü iki kısımda düşünebiliriz. Birinci kısım gerekli emek zamanıdır. Bu, ücretlilerin emek güçlerini yenilemek ve yeni emek gücü yaratmak için katlandıkları maliyetlere karşılık gelen değerleri ürettikleri dönemdir. Çocukların ya da ailelerin maliyetleri de buraya dahildir. Bununla birlikte, bu kısım iş gününün tamamını oluşturmaz. İş gününün diğer kısmında fazladan çalışma gerçekleşir. Bu, kârın kaynağı olarak artı değerin üretildiği iş gününün ücretsiz kısmıdır. Emekçi ürettiği değerin bu kısmını karşılığını almadan patrona teslim eder. Yani: Gerekli emek iş gününün sadece bir kısmını oluşturduğundan emek gücünün değeri işçilerin üretilen ürünlere kattığı değerden daha azdır. Aradaki fark, sermayenin kâr olarak el koyduğu artı değerdir. Bu kârın bir kısmı da sermayenin daha fazla sermaye haline gelmesi (birikim = akkümülasyon) için yatırılır. Bu şekilde sermaye emeğin üretkenliğini artırır, böylece daha kısa sürede daha fazla mal üretilebilir. Genellikle bu, bir ürünü üretmek için gereken süreyi azaltan daha modern ve teknolojik donanımı çok daha yüksek makineler kullanılarak yapılır. Dolayısıyla bir malın üretiminde harcanan ortalama emek süresi azalır. Bu da malın değerinin düşmesi, dolayısıyla patron için piyasada diğer rakiplere karşı avantaj elde etmek anlamına gelir.

***

Böylece yeni bir teknoloji getiren ilk şirket, artık daha ucuza ürettiği malları kabaca eskisine eşit bir fiyattan satarak ekstra bir kâr elde eder. Böylece belirli bir süre içinde bu firmada artık daha fazla ürün üretilir. Eğer bunlar işçilerin yeniden üretimi için gerekliyse, yeniden üretim maliyetleri düşer, iş günü içinde gerekli emeğin payı azalır ve fazladan emeğin payı artar. Buna bağlı olarak ilgili şirket kârını artırabilir. Ancak diğer şirketler de aynı şekilde düşünmekte ve yeni teknolojiyi rakiplerine tanıtarak yaşadıkları dezavantajı telafi etmek zorunda kalmakta, bu da kullanılan teknolojiyi geliştirerek işgücü verimliliğini sürekli olarak artırma eğilimine yol açmaktadır. Dolayısıyla sabit sermayenin (makineler ve hammaddeler) değişken sermaye (canlı emek) üzerindeki payını arttırma çabası vardır. Dolayısıyla böyle bir artış sadece kısa vadede bunu yapmaya başlayan ilk birkaç şirketin kar kütlesini artırır, ancak sektördeki diğer şirketler de kısa süre içinde aynı sistemi uygulamaya başlayacak ve böylece kısa vadeli dezavantajlarını gidereceklerdir, aksi takdirde piyasanın dışına itilecekler, sonuçta iflas edeceklerdir.

Yeri gelmişken burada geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar geçerli olan sömürü mekanizmasına tekrar göz atmakta fayda var: Bu mekanizmaya göre, insanın emeğine dayalı somut canlı işgücüne yapılan yatırım oranı, makine ve hammaddeye yapılan yatırım oranına kıyasla nispeten azalma eğilimi gösteriyordu. Sabit sermaye değişken sermayeye göre artıyor, sermayenin sözde organik bileşimi artış eğilimi gösteriyordu. Ancak artı kârın kaynağı sadece artı değerdi ve sadece işçiler ödenmemiş emekleriyle artı değer yaratabiliyorlardı. Buradan şu sorucu çıkarabiliriz: Sabit değil, yalnızca değişken sermayeye yapılan yatırımlar kâr getirebilir-ki emek gücü değişken sermayenin en önemli bir parçasıdır. Bu nedenle, değişken sermayeye (canlı emeğe) yapılan yatırımın oranı sabit sermayeye yapılan yatırıma kıyasla azalırsa-ki kapitalizmde böyle olmak zorundadır, çünkü rekabet nedeniyle bir şirket her zaman diğerlerine karşı geçici bir verimlilik avantajı elde etmeye çalışacaktır-ücretlerin toplam harcamalar içindeki oranı da azalmalı ve bununla birlikte sermayenin kar yaratabilen bileşeninin oranı da azalmalıdır. Ancak bu süreç, aksi takdirde diğer tüm rakipleri piyasanın dışına iteceği için tek bir firmaya sınırlı kalmaz. Zaman içinde bu süreç tüm endüstride gerçekleşir ve sabit sermaye (makineler, binalar, hammaddeler ve yarı mamul ürünler) canlı emeğe (değişken sermaye) oranla artar. Bu da kâr oranının düşmesi yönünde bir eğilim yaratır. Kâr oranı, kapitalist üretimde yaratılan kâr kütlesi değil, yatırılan sermayeye oranla kâr kütlesidir.  İşte tam da bu nedenle kapitalistler günümüz koşullarında finans, kredi, bono, derivat, gibi spekülasyon alanlarına, daha kısa, global kumar oyunlarına, yönelmeye başladılar ve sonuçları bakımından gittikçe çok daha yıkıcı ve derin krizlerin yaratılmasına neden oluyorlar.

***

Kâr oranları en çok sermayenin organik bileşiminin en yüksek olduğu sektörlerde, yani değişken sermayeye oranla sabit sermayenin payının en yüksek olduğu, emek verimliliğinin en yüksek olduğu sektörlerde, sürekli baskı altında olduğundan, burada ilk çekilen şey diğer sektörlerde hâlâ kârlı bir şekilde kullanılabilecek olan sermayedir - bugün yukarda belirttiğimiz gibi, çoğunlukla spekülasyon şeklinde. Sermayenin aşırı birikimi ve tekelleşmesi sonunda endüstriyel döngünün büyüme aşaması spekülatif bir yangına dönüşmesine yol açar ve bu da krizle sonuçlanır.

ABD’de gayrimenkul krizi olarak ortaya çıkan bu tür bir yangın, giderek global düzeye yayılır, çünkü devasa milli bankaların çoğunun finans piyasasında yatırımı, dolayısıyla payı vardır. Yapılan yatırımlar (önceden hayali olan) değerlerini kaybeder. Karmaşık finansal araçların aşırı değerlenmesi ortaya çıkar çıkmaz, bir kredi krizi meydana gelir ve sermaye birikimi süreci aniden durur, yangın giderek büyür ve paydaş milli devletlerin ekonomisini doğrudan etkiler. 21’inci yüzyıl da maalesef bu tür krizlere gebe görünmektedir. 2008 yılında ortaya çıkan ve dünyayı etkileyen krizin sonuçları ve bu krizin yarattığı ağır hasarlar henüz telafi edilmemişken, kimi belirleyici ülkelerin finans kuruluşlarında yeni krizlerin sinyalleri gelmeye başladığını görmekteyiz. Nihayet 2023 yılının ilk çeyreğinde finans dünyası, İsviçre de krize giren Credit Suisse bankasını kurtarabilmek için devlet bankası UBS’in devreye girdiğini endişeyle izliyor; benzer sıkıntıların Almanya’da da (örn. Deutsche Bank) başgöstereceğine her an şahit olabiliriz.

***

Ancak neoliberalizm kimi yasalarını korumakta da ısrarlı olabilir. Yani sermayenin savaşlar veya krizler sonunda büyük ölçüde tahrip olmasının ardından kapitalistler artık daha ucuz olan fabrikalara, makinelere ve işçilere yeniden yatırım yapmaya başlar ve toparlanma süreci başlar. Yeni bir döngü başlar. Toparlanmanın ne kadar güçlü ya da zayıf olduğu ve kriz ve durgunluğun ne kadar çabuk geri döndüğü, esasen krizde ne kadar sermayenin yok edildiğine ve egemen kapitalistlerin krizin bedelini işçi sınıfına ödetmeyi ne kadar iyi başardıklarına bağlıdır. Krizin maliyetinin sermaye ve emek arasında nasıl paylaşılacağı konusunda bu satırların yazıldığı sırada neredeyse tüm dünyada yaşanan mücadele tam da budur. 

* Emekli Sendika Sekreteri (IG Metall)