Muhalif kesim açısından derin ekonomik sorunlar ve deprem karşısındaki hazırlıksızlık AKP rejiminin sandıkta kaybedeceğine dair bir beklenti yarattı. Ancak olmadı. Tüm ekonomik sorunlara, depremin yarattığı insani maliyete, iktidarın tüm nobranlığına, pervasızlığına ve yorgunluğuna rağmen muhalefet kazanamadı.

Neyi seçtiler?

Serdal Bahçe - Prof. Dr.

Seçimlerin ardından pek çok analiz yapıldı, yapılıyor, yapılmaya devam edilecek. Muhalif kesim açısından derin ekonomik sorunlar ve deprem karşısındaki hazırlıksızlık AKP rejiminin sandıkta kaybedeceğine dair bir beklenti yarattı. Ancak olmadı. Tüm ekonomik sorunlara, depremin yarattığı insani maliyete, iktidarın tüm nobranlığına, pervasızlığına ve yorgunluğuna rağmen muhalefet kazanamadı. 

Öncelikle Türkiye kapitalizminin anlık bir kriz yaşamadığını, ancak anlık çöküş anlamındaki krizin emarelerinin arttığını belirtelim.

Ancak sorun anlık bir çöküntü değil zaten, Türkiye kapitalizminin kendisi bilfiil yapısal bir kriz halindedir. Varoluşu sürekli ve derinleşen bir krizdir; büyümeye devam etse de, istihdam artsa da, başka göstergeler iyiye gitse de böyledir. Her iyiye giden gösterge aslında alttan alta bir bozulma ya da çürümenin göstergesidir. Peki, ama bu durum kitleler açısından ne türden bir sonuca yol açmaktadır? 

Sürekli kriz hali sadece Türkiye’ye özgü değildir. Emekçiler, diğerleri, çok uzunca bir süredir, sermayenin mutlak egemenliğine dayalı programın uygulanmasıyla birlikte, kaotik ve çürütücü piyasa güçlerine karşı çıplak ve korunaksız bir şekilde yaşamaya alıştılar.

Korunaksız ve örgütsüz yaşam ne yazık ki özellikle halk sınıflarında anayasal eşitliğe dayalı vatandaşlık ülküsünün altını oymaktadır. Vatandaşlık ve anayasal eşitlik, kamusal otoriteden güvence ve daha yüksek refah talep etme hakkı; tüm bunlar sermayenin uzun karanlığında anlamlarını yitirdiler. Sınıflar ve vatandaşlar bağımlı kitlelere dönüştüler. Sermaye merkezileşip yoğunlaştıkça siyasi üstyapılar burjuva demokrasilerinden kalan son mevzileri de terk edip baskıcı bir merkezileşme sürecine girdiler ve kişiselleştiler. Bugün Türkiye kapitalizminin siyasi üstyapısı AKP rejimidir. Böyle bir siyasal üstyapıda devlet bile kurumsallığını kaybetti ve kişiselleşti, vatan ve cumhur da kişiselleşti. Böylece vatanı, milleti savunmak kişiselleşmiş iktidarı savunmak anlamına geldi. Çünkü kamusal dağıtım mekanizmaları, devlet-sermaye ilişkisi ve hatta devlet-birey ilişkisi bir kişinin indinde ve bedeninde yeniden kurgulanır oldu. Bu sistem sayesinde bir şey (ama küçük bir şey) elde eden kocaman bir kitle kişiselleşmiş iktidara damardan bağlandı. Kuşkusuz bu artık güdük burjuva demokrasisinin mutasyona uğrayarak aldığı ucube bir biçimdir.

Kısacası Türkiye bir yandan kapitalizmin yapısal krize dönüşmüş haliyle, diğer yandan ise bireyselleşmiş bir iktidarla seçime girdi. Bu anlamda muhalefet haklıydı; gerçekten bir referandumdu görünüşte. Ancak referandum sonucuna göre değişebilecek bir yapı mıydı bu? Ya da muhalefetin birbirini besleyen bu iki katmanı (çürüyen ekonomik yapı - dejenere olan siyasi yapı) bir seçim zaferiyle tersine çevirecek sihirli bir formülü var mıydı? İşin açığı yoktu. Ancak bu umarsızlığa rağmen yine de %48 bu ikili yapıya isyan etti. Bu kitlenin oyunu alan ittifak apaçık bir şekilde kaba ve yoksullaştırıcı bir sermaye programını uygulayacağını taahhüt etti ama yetmedi. Bu kitlenin ekonomik ve siyasi itirazını bir nebze anlıyoruz. Peki, çoğunluktaki kitle? 

Çoğunluktaki kitle aslında belki de ekonomik sorunlardan en çok etkilenen kitle. Bu kitle Türkiye kapitalizminin tüm yapısal kriz dinamiklerini iliklerine kadar hisseden ancak ekonomik zorluklara rağmen sermayenin bireyselleşmiş kişisel iktidarına dört elle sarılan kitle. Bu kitle artık iyice bireyselleşmiş bir sermaye iktidarının kendisine sağladığı olanakların korunmasını vatanın korunması olarak algılamaktadır. Yüksek refahı hayal etmeyi çoktandır bırakan, elindekini korumayı temel hedef haline getiren bu kitle açısından bireyselleşmiş iktidarın yerinden edilmesi kuşkusuz bildiği dünyanın sonu anlamına gelecektir. Eğer varolanın üstüne biraz daha eklenirse bu güvenlerinin ve çabalarının boşa gitmediği anlamına gelecektir kuşkusuz. 

Veriler eklendiğini göstermektedir. Örneğin son büyüme verilerine göre işgücü ödemeleri 2023’ün I. çeyreğinde EYT ve kıdem tazminatı ödemelerinden dolayı önemli bir artış göstermiştir. Dahası reel ücretler devede kulaktır ancak uzunca bir süredir istihdam artmaktadır. Kısacası en azından kölelik seviyesinde olsa bile iş bulunabilmektedir (görece yüksek işsizliğe rağmen). Ayrıca genelleşmiş sağlık sigortası bağlamında nerdeyse herkes sağlık güvencesi sahibidir. Şu sosyal yardım efsanesinin OECD ülkelerindeki transferlerin seviyesi dikkate alındığında aslında boş bir hikâye olduğu açıktır; ancak çok sayıda hane hâlâ çok sayıda kalem altında yardım almaktadır. Muhalefetin bedava ev vaadine güvenmeyen kitle, inşaat sektörünü bir tür aktarım mekanizmasına çevirse de sürekli inşaat yapan, evleri belirli bir bedel karşılığında satacak iktidara inanmıştır. Kısacası bu kitle aslında artık piyasa mekanizmasının tüm diktumlarını kabul etmiştir ve piyasa fiyatlamasının bir bölümünün kamu kaynaklarıyla karşılanmasını iktidarın kendisine sağladığı doğal bir hak olarak görmektedir. Kısacası bu kitle için aslında kamu kaynaklarının yağmalanması süreci kendisinin de nemalandığı “doğal” bir süreçtir. Fakat bu yapıyı ayakta tutan kaynaklar tükenmek üzeredir.

Sonuçta bu siyasi destek dünden bugüne yaratılmış bir destek değildir. Türkiye kapitalizminin yapısal çürümesinin ve çürüyerek büyümesi sürecinde sermayenin hayatın tüm boyutlarına egemen olmasının ve buna paralel olarak siyasi sistemin bu sürece uygun bir şekilde dönüşmesinin sonucudur bu destek. Bu türden bir desteği artık pürliberal ya da gözü yaşlı reformist bir yönelimle ortadan kaldırmak mümkün değildir. Siyasi sistemi tekrar anayasal vatandaşlığı merkeze alan bir yapıya dönüştürmek için bile sınıfsal müdahale gerekiyor.