Ngugi wa Thiongo, sömürgeciliğin ana hedefinin işgal ettiği topraklardaki tebaanın kültürel hafızasını yok etmek olduğunu iddia eder. Hatta sömürgeciliği “kültürel bomba” olarak tarif eder. Kültürel bomba yabancılaştırma sürecinde ulusları kendi kültürel dokularından ayırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi değerlerini, kültürlerini hor görmesini sağlar.

Ngugi wa Thiong’o ve Afrika edebiyatı

AHMET SAİT AKÇAY

Postkolonyal düşüncenin ve modern Afrika edebiyatının en önemli isimlerinden Ngugi wa Thiong’o postkolonyal Afrika’nın, kıtanın sömürgeci ve köleci zihniyetle savaşı sırasında karada ve denizde kaybettiği yüz binlerce siyah Afrikalının yasını tutmadığını ileri sürer.

İşte tam da bu noktada Afrika edebiyatının temel iddiası ortaya çıkar. Ana hedef, batı kanonunun dışarda bıraktığı, insani vasıflardan ayırarak hayvanlaştırdığı ve dahası tarihsizleştirdiği Siyah Afrika’nın hikâyesini, öznelliğini, tarihselliğini yeniden üretmektir. Tüm kıtanın “yasını tutma” işlevini gören edebiyat, kültürün ve tarihin nasıl yeniden dirileceğini de gösterecektir.

Ngugi de tespitleri ve öngörüleriyle, çağdaşları Chinua Achebe ve Wole Soyinka gibi sadece edebiyatçı kişiliğiyle değil aynı zamanda kamusal entelektüel olarak sonraki kuşaklara yol göstermiştir.

Şüphesiz postkolonyal yazarların en önemli özelliklerinden birisi geçmişle kurdukları ilişkidir. Ngugi, 1964 yılında yayımladığı ilk romanı Weep Not, Child (Ağlama, Çocuk) ile Achebe’nin yanında Afrika’nın yeni seslerinden birisi olarak kendisine kalıcı bir yer edindi.

Ngugi romanlarında sömürgeciliğin doğurduğu yabancılaşma, toprak sömürüsü, mülksüzleştirme, şiddet, kültürel baskı, sınıf çatışması ve eğitim meselelerinin yanı sıra iktidar ve otoriter yapılarını da sorgular.

Ngugi, yazdığı düşünce eserleriyle Frantz Fanon, Aimé Césaire ve Albert Memmi gibi sömürge sisteminin işleyiş biçimini, felsefesini, dahası kültürel ve edebi alandaki temsillerini göstererek yol göstericilik de üstlenir.

Fanon, sömürgecilerin Afrika halklarını kontrol altında tutmakla yetinmeyerek mazlum halkların geçmişlerini saptırarak, değiştirerek yok ettiklerini söyler. Bu sadece sömürge öncesi tarihi kapsamıyor, normatif ve disipliner tarih anlatısını değiştirecek kapasiteye sahip her enstantane buna dahildir. Çünkü Dipesh Chakrabarty’nin vurguladığı gibi tarihyazımı aslında modernitenin ürettiği kurumsallaşmış bir söylem biçimidir.

Hegel, Afrika’nın tarihi değerinin olmadığını söylerken kıtayı ötekileştirerek sömürmenin meşruiyetini de göstermiş oluyordu. Dolayısıyla, Afrika tarihinin susturulması ya da yok edilmesi sömürgecilerin uygulamasından ziyade sistematik bir tarihsel söylemin ve disiplinin parçasına dönüşmektedir.
Kan Çiçekleri’nde anlatıcının şu sözleri Afrika’nın geçmişinin nasıl sistematik biçimde yok edildiğine itiraz olarak okunabilir:

“Tarihimiz hakkında cevaplanmamış ne çok soru var! Bugünkü tarihçilerimiz, emperyalizmin savunucuları tarafından uydurulmuş teorilerin benzerlerini benimseyerek, bizim bu topraklara daha dün gelmiş olduğumuzu iddia ediyorlar” (113).

AŞAĞIDAN TARİH

Ngugi, Kenya’nın tarihini yeniden kurarken direnişe önemli yer verir. Marksist bir entelektüel olarak Ngugi, milliyet fikrini işçi sınıfı ve köylülerin oluşturduğu bir direniş mottosu olarak görür. Ngugi’ye göre, Kenya tarihi alt sınıfların sömürgecilere ve sömürge sonrası despotik yapılara karşı verdiği mücadeleler hakkında olmalıdır. Romanlarında bize gösterdiği bakış açısı da yine Marksist bir yaklaşım olan “aşağıdan tarih” anlatımıdır.

Ngugi’nin ilk romanlarında belirgin olarak karşımıza çıkan ve Kenya bağımsızlığının simgesine dönüşen Mau Mau direnişi, sömürgecilik karşıtlığının ve vatanseverliğin de göstergesidir.

Ngugi zaman içerisinde Mau Mau gazilerinin ve mücadelenin emektarlarının yeni postkolonyal düzende de kenara itildiğini fark edecektir. Bağımsızlık rüyası bir kabusa dönecektir. Buna en iyi örnek olarak Kan Çiçekleri romanı verilebilir. Romanda Abdulla, Kenya’nın sömürge geçmişinin temsili olarak ortaya çıkar. Bir bacağını Mau Mau savaşında kaybeden Abdulla, postkolonyal düzenin de bir kurbanı olur. Abdulla, bize Kenya’nın geçmişini ve savaşın adsız kahramanlarını anımsatır. Romanda Abdulla’nın yaşadığı hayal kırıklığı, yoksulluk içinde umutsuzluğa sürüklenmesi ve sonrasında intikam aleviyle yanıp tutuşan bir sarhoş oluvermesi, Ngugi’nin yeni sömürgeci güç olarak tarif ettiği postkolonyal iktidarın sonucudur.

Ngugi bu tepkisinde yalnız değildir. Ganalı romancı Ayi Kwei Armah’ın 1968 yılında yayımladığı The Beautyful Ones Are Not Yet Born (O Güzel İnsanlar Henüz Doğmadılar) romanında da Gana’da bağımsızlık sonrası yaşanan güç zehirlenmesi ve hayal kırıklığı anlatılır. Nuruddin Farah’ın Somali diktatörlerini yazdığı romanlarını da bu bağlamda okumak mümkün.

Kan Çiçekleri, bağımsızlık sonrası sömürgecilikten çıkış sürecinin aslında özgürlüğe değil de tekrar mahkûmiyet ve mahrumiyete açılan kapı olduğunu gösterir. Simon Gikandi’nin romanın önsözünde belirtiği gibi, Fanon’un ulus bilincinin halkın umudu olmaktan çok boş bir kabuk olabilme tehlikesini göstererek sömürgecilikten çıkış sürecini “dondurulmuş an” olarak tarif etmesinin Ngugi’nin romanına esin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Zira Ngugi sömürgeciliğe karşı savunduğu milliyetçi gramerin çöktüğünün gayet farkındadır.

KUTSAL 3’LÜ

Ngugi öte yandan sömürgeciliğin “uygarlık misyonunun” da gayet farkındadır, uygarlık misyonunun dini olduğu kadar ekonomik boyutuna da eleştiriler getirmektedir. Yerli halk ile misyonerler arasındaki “kaçınılmaz” karşılaşmayı şöyle anlatır: “Misyoner, imanı ve ışığı olan kâr arzusu ile koruyucusu olan silahla denizleri ve ormanları aşıp gelmiştir. Kendisi İncil’i taşırken, asker silahı taşımaktadır, idareci ve yerleşimcinin elinde ise para vardır. Hıristiyanlık, Ticaret, Medeniyet: İncil, Para, Silah. Kutsal Üçlü. Yerli ise sığırlarını otlatmakta, bir yandan cengaverlik düşleri kurmakta …” (Kan Çiçekleri, 141).
Ngugi, sömürgeciliğin ana hedefinin işgal ettiği topraklardaki tebaanın kültürel hafızasını yok etmek olduğunu iddia eder. Hatta sömürgeciliği “kültürel bomba” olarak tarif eder. Kültürel bomba yabancılaştırma sürecinde ulusları kendi kültürel dokularından ayırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi değerlerini, kültürlerini hor görmesini sağlar. “Bir kültürel bombanın etkisi, bir halkın kendi isimlerine, dillerine, yaşadığı çevreye, mücadelesinin mirasına, birliğine, kapasitelerine ve nihayetinde kendilerine olan inancı yok etmektir”, der Ngugi. Bunun da emperyal güçlerin kolektif meydan okumaya karşı güçlü bir silahı olduğunu da ekler.

Kan Çiçekleri, Jomo Kenyatta ve Kenya Ulusal Birliği Partisi adı altında ülkeyi neo-kolonyal bir devlete dönüştüren siyah yönetici seçkinlerin sert bir eleştirisi olarak okunmalıdır. 1977’de yayımlanan romanda demokrasi kisvesi altında sömürgeciliğin totaliter bir rejim olarak yeniden üretildiğini savunur Ngugi.

KARGALAR BÜYÜCÜSÜ

Ngugi’nin kurgusal bir Afrika ülkesi olan Özgür Aburirya Cumhuriyeti’nde geçen Kargalar Büyücüsü romanı, tam anlamıyla siyasi bir hiciv olarak okunabilir. Hatta, Kargalar Büyücüsü türler arası küresel bir başyapıttır bana göre.

Roman, Afrika diktatörlüğünün parodisinin yanı sıra postkolonyal despotik yapıların keyfiliğini de anlatır. Sihir, iktidar ve Afrika’ya dair neredeyse tüm klişelerin iç içe geçtiği postmodern bir metin Kargalar Büyücüsü. Roman, eğitimli Kamiti’nin maceraları etrafında dönüyor. Yozlaşmış Aburriya’da hayatta kalmayı başaran yetenekli bir işsiz olan Kamiti aynı zamanda Kargalar Büyücüsü olarak bilinen sahte bir büyücü. Aslında bu hayali rolü isteksizce ve çaresizlikten oynar.

Seda Ağar’ın muazzam çevirisiyle yayımlanan roman, global kapitalist sistemin ve despotik iktidar yapılarının eleştirisidir. Her ne kadar spesifik bir Afrika ülkesine doğrudan bir referans olmasa da özellikle Soğuk Savaş döneminde kıtanın çoğunda rastlanan otoriter yönetimler ve dışa bağımlı ekonomilerin parodisi yapılır.

Kendisini, “ben ülkeyim” diyecek kadar mutlak güce sahip gören Hükümdar tipik bir otokrat olarak çizilir. Hatta Tanrı’yla yakın olmak için bir anıt bile dikmeye karar verir. Bakanları ise ona daha iyi itaat etmek için dillerini, kulaklarını ve gözlerini estetik ameliyat ettirirler. Hükümdara doğum günü hediyesi olarak hazırlanan Cennete Yürüyüş adıyla yürütülecek projede amaçlanan aynı zamanda Afrika’yı da Batı’nın üzerine çıkarmaktır.

İktidarı temsil eden anıt aslında başarısızlığa mahkûm olmuş despotik iktidar yapılarını temsil eder.

Romanda Kargalar Büyücüsü’nün yanı sıra herkes hikâye anlatır. Ngugi, Gikuyu halk mitolojisinden, sözlü gelenekten yararlanır. Fantastik hikayeler, cinler, insanların içi içe olduğu bir dünyayı resmeder.

Kargalar Büyücüsü’nü büyülü gerçekçilik sınıfına koyamazsınız. Aslında Ngugi’nin kendisi de böyle bir tanımlamaya karşı çıkar. Zira romanda Amos Tutuola’nın The Palm-Wine Drinkard (Palmiye Şarabı Ayyaşı) romanına yapılan atıf, bir yönüyle Ngugi’nin benzer kaygıyı taşıdığını da gösterir. Fantastik ve ütopik yönlerinden dolayı romanı Afro-pesimist olarak da değerlendiremeyiz, bilakis Ngugi, sosyal teorinin ve tarih disiplininin yok saydığı kıtadaki despotik ve totaliter rejimin insani ve yaşamsal olduğunun altını çizer. Kargalar Büyücüsü, Achile Mbembe’nin Postkoloni Üzerine çalışmasında gösterdiği kamusal iktidar alanının fallus merkezli yapısına uymakla birlikte, postkolonyal buyruğun mekanizmasını çarpıcı biçimde örnekler.

Kargalar Büyücüsü, Afrika’yı indirgeyen tek bir hikâyenin/klişenin çevresinde tasavvur eden Afrika söylemine güçlü bir itiraz getirmektedir. Kargalar Büyücüsü ne distopya ne de ütopyadır, çağdaş bir heterotopyadır.