Nick Cave ile lanetli gecenin aydınlık sabahına

Taner Turna

Söz konusu Nick Cave olunca zihnimde çakan cümleler daha yıldırım olarak yeryüzüne düşmeden bir yenisi ile karşı karşıya kalıyorum. Değişimden korkan birinin, en büyük kâbusu aynı kalmak olan bir sanatçıya yaklaşması kolay değil. Onun bıraktığı izleri takip edip gecenin karanlığında hiç bilmediğim bir ormana adım atıyorum. Daha yeni riyakâr, fanatik ve bağnazların buhar üfleyen nefeslerinden kaçmışken üstelik. Sırf konuşmadığım için hastalıklı olarak görülmeyi kabullenemem. Bu yüzden onun yolundan gideceğim. Onun şehrine yerleşeceğim. Onun yarattığı çıkmaz sokaklarda sıkışacağım. Ve bakalım sonunda neye dönüşeceğim. Kendi cehenneminden kaçmayı başaran Nick Cave, geçtiğimiz cuma günü The Bad Seeds iş birliğinde 17 sayısını damgaladığı “Ghosteen” isimli yeni albümünü yayımladı. Filmi başa sarıp laneti üzerime çekmek istemiyorum. O yüzden en geniş çatlağı bulup duvar lambalarının ışığında ana karakterimize daha yakından bakacağız ve onun suç ortaklarıyla yarattıklarına kulak vereceğiz. Şimdiden uyarmak isterim. Bu bir ruh çağırma ayini. Etrafınızdaki ve zihninizdeki tekinsiz hareketlerin sorumluluğu size ait.

Vahşi, karanlık, tehlikeli, şeytani, kötü bir tohum

Nick Cave, geri dönmeyeceğini bile bile köşe başındaki rehineciye yaşlarını emanet ettiği gün gerçek hikayesi başladı. Kesik ve ciğerine saplanan hastalıklı nefeslerle adım attı. Berlin’de geçirdiği her kışın ardından kafasında çıkan bir isyanı daha bastırdı. Onun gibiler ne olursa olsun dört ayak üstüne düşer. Biliyordu. Vakti gelince etrafındaki tüm kakafoniyi müziğe dönüştürmeye başladı. Her konserinde daha da yükseldi. Yarı tanrı oldu. Emir vermedi ama merhamet de dağıtmadı. Gözyaşı dilenmedi ama umut da aşılamadı. Bir röportajında Nick Cave, kendine yönelttiği “Bu dünya zalim mi?” sorusuna “Hiç sanmıyorum. Bence bu dünya kayıtsız ve kayıtsızlık zulüm değil” diye cevap veriyor. Yerin yedi kat üstüne çıkmış birinin bu sözlerine kulak vermek gerek. Çocukken banyodaki aynanın karşısında dikilerek hayat üflediği hayalleriyle mutlu muydu? Tabii ki değil. Şeytanın alevleriyle parlayan bir sahne. İki dudağının arasından çıkan kedere bakan yığınlar. Tanınmış bir sanatçı olmak. Peşinden koşan kadınlar, hayranlığını gizleyemeyen rockçılar… Peki, bu rüyanın bir bedeli olması gerekmiyor muydu? Hiçbir şey karşılıksız değildi. Olamazdı da. Asıl soru bu bedeli kim ödeyecekti?

Dönüşü olmayan koca bir dalga

Nick Cave, 2015 yılında 15 yaşındaki oğlu bir uçurumdan düşerek öldüğünde tam olarak ne hissetti bilmiyoruz. Ama günden itibaren kendisinin de kabul ettiği bir dönüşüm var. “Görüyorum ki, keder gerçekten insanı güçlendirebilir. Seni mutlaka yok etmesi gerekmiyor. Hissetmene izin verirsen seni dönüştürebilir. Sadece tüm bunların üstesinden gelmenin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Kederin ortaya çıkardığı, daha iyi, daha çalışkan, daha empatik olmanı sağlayan ve dünyaya daha çok bağlanman için arkanda duran bir güç var” sözleri de bunu destekliyor. Siyah giyinen, faulleri uzun adam evin tüm ışıklarını açıyor: “Keder ve sevgi sonsuza dek iç içedir. Keder, sevgimizin derinliğinin korkunç bir hatırlatıcısıdır ve aşk gibi, keder ile de pazarlık edilemez.” Nick Cave, kaybettiği oğlunun kendisiyle konuştuğunu, ebeveynlik ettiğini ve yol gösterdiğini söylüyor ve ekliyor: “Korkunç olayların ardından parlak ruhlar ortaya çıkar. Bu ruhlar aslında fikirlerimizdir. Onlar bizi karanlıktan çıkaran rehberlerdir. Fikirlerinizi takip edin, çünkü nehrin diğer kıyısında değişim, gelişim ve kurtuluş var.” Ne demiştim? Bu bir ruh çağırma ayini.

Peki Nick Cave’in kurtuşulu nasıl oldu? Cave, oğlunun ardından birçok şarkı sözü yazdığını itiraf etti. Fakat yazdığı sözlerin anılarına daha da kötüsü oğluna ihanet olduğunu düşündü. Yazdıklarının gerekli duygusal erişime sahip olmadığına inandı ve hepsini bir kenara attı. Ardından koca bir dalgaya kapılıp kendini akıntıya bıraktı. Çok geçmeden adını geçmişinde türlü badireler atlatmış Brighton’daki bir iskeleden alan “Skeleton Tree” albümü ile karaya çıktı. Eş zamanlı yayınlanan “One More Time with Feeling” belgeseliyle de tüm kapılarını açtı. Artık hepimiz Cave’in ışıkları hiçbir zaman sönmeyen evine davetliydik. Albüm sonrası turneye çıkan Nick Cave, şehir şehir, ülke ülke dolaştı. Karanlık gecenin zarını yırtmayı başaran bir şövalye gibi kudretini savurdu. Kabuk tutmuş acılarıyla kendine ve ona kalbini veren herkese yaşam alanı yarattı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Artık karşısında değiliz, yanındayız

Nick Cave’i günümüze taşırken seyircisiyle ilişkisindeki değişime de yakından bakmamız gerekiyor. David Bowie’yi örnek gösteren Cave, “Hepimiz iki hayat yaşacağız. İlk bölümde, çoğumuzda olduğu gibi birey olarak ön plana çıkmak var. Sonrasında ise ortak ve kolektif yaşam geliyor. Hepimizin başına gelen bu… Acı çekerek birleştiğimizi düşünüyorum” diyerek sözlerini tamamlıyor. 1980’lerin başında İngiltere’nin en şiddetli grubunu olarak tanınan The Birthday Party’de dinleyicilerle fiziksel bir ilişki kuran Nick Cave’i günümüze çağırdığımızda ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor. Artık konserlerinde dinleyicilerinin gözlerinin içine bakarak şarkılarını söyleyen, onları sahne üstüne davet eden bir Nick Cave var. Evet. Onun için ikinci hayat başladı.

Bu yıl dünya çapında bir konuşma turnesine çıkan Cave, artık dinleyicilerin ne düşündüğünü merak ediyor ve onların yönelttiği sorulara tüm samimiyetiyle yanıt veriyor. Ayrıca geçtiğimiz yıl hayata geçirdiği Red Hand Files isimli websitesinde kendisine sorulan soruları yanıtlıyor. Kimi zaman en yakınını kaybedenlerin acısını paylaşıyor, kendi yaşadıklarını anlatıyor. Kimi zaman tek bir soruyu yanıtlayabilmek için kelimeleri dokuz ay zihinde taşıyor. Kimi zaman ise “Ben bir söz yazarıyım. Cidden tıkandım. Paylaşabileceğin ve boşta olan sözlerin var mı?” diye soran birine “Bu şarkı sözleri tabii ki tıkanmana yardımcı olmayacak. Söz yazarlığı ile ilişkini değiştirmelisin. Şarkılarının ‘Mükemmel Yaratıcısı’ değilsin, aslında onların kölesisin. Sözler, kendini layıkıyla onlara ulaşmaya hazırladığında sana gelecek. Onlar senin içinde değiller, dışarı çıkamıyorlar; aksine, onlar senin dışındalar, içeri giremiyorlar” notuyla daha önce paylaşmadığı bir şarkısını hediye ediyor. Sonuçta, Nick Cave artık yanımızda oturuyor. Ona dokunmak ve çıkık elmacık kemiklerinin gölgesinde hayatı anlamaya çalışmak mümkün.

Göç eden bir ruh: “Ghosteen”

Nick Cave, geçtiğimiz hafta Red Hand Files’te bir hayranının “Ne zaman yeni bir albüm bekleyebiliriz?” şeklindeki sorusuna gelecek hafta cevabını vererek The Bad Seeds birlikteliğindeki 17. stüdyo albümünü müjdeledi. Cave ayrıca bu yazıyı kaleme aldığım gün yayına giren “Ghosteen” isimli albümünün iki bölümden oluştuğunu, ilk sekiz şarkının çocuklar için, kalan üç şarkının ise ebeveynler için olduğu bilgisini verdi. Ayrıca “Ghosteen”, Cave’in diskografisinde görmeye alışık olmadığımız bir albüm kapağına sahip. İnsanların olmadığı cennetten bir kare adeta…

Uyandım, her sabah olduğu gibi tüm rutinlerimi yerine getirdim. Evden çıkmadan son kez köpeğime baktım. Sevgisiz hiçbir kapı açılmaz. Sokağa çıktım. Kulaklığımı taktım ve albümü dinlemeye başladım. Daha 12 yaşında babası tarafından suç romanları okumaya teşvik edilen bir dahinin tapınağında yalın ayak yürüdüm. Yankılanan her seste sevdiğim başka bir vokali duydum. İnançla ve empatiyle söylenmiş her şarkıda sakinliğimi korudum. Ve Nick Cave’i, lanetli bir gecenin aydınlık sabahında yeniden buldum.