Nişanlımla kasabada

Zafer Köse -  Yazar, Editör. 

Annem, Çiler’i kolundan tutup kına gecesine götürürken, bana da tembih etti: “Dayınlara git mutlaka. Erkekler de orada toplanıyorlar.” 

Babamın duyacağı şekilde, özellikle yüksek sesle söylemişti bunu. Hem de sabahtan beri kaçıncı kez. Bir şey dememe fırsat vermeden, nişanlımı adeta peşinden çekerek çıktı evden. Kaptırdık kızı! Saatlerce oradaki teyzelerin yengelerin meraklı ağlarına takılıp kalacak. İkide bir kalkıp oynaması için ısrar edecekler mutlaka. İstanbul’da doğup büyümüş ve böyle ortamlara pek girmemiş genç bir kadın olarak nasıl bir zor bir gece yaşayacağını tahmin edebiliyordum. 

Bir yolunu bulup Çiler’i oradan biraz erken çıkarmalıydım. İstanbul’a döneceğiz diye gidip almam olmazdı. Çünkü ertesi günkü düğün için o gece kasabada, babamlarda kalacağımızı biliyordu herkes. 

Başımdaki daha büyük bela ise, birazdan dayımlara babamla birlikte gidecek olmamdı. Annem bu nedenle onun da duyacağı biçimde bana hatırlatıp duruyordu, “dayınlara git” diye. Babamın yine huysuzluk yapacağından kaygılanıyordu. 

Durumu oldukça iyi olan dayımlar, oğullarının düğün hazırlıkları boyunca, köydeki evlerinde kalıyorlardı. Bahçeli ve rahat bir evdi orası. Kadınların kına eğlencesinde bulunacağı saatlerde, aile yakını erkeklerin de bir şekilde oyalanmaları için bir yerlerde toplanmaları, eskiden beri alışılmış bir uygulamaydı. Gençler, yaşlılar, en yakınlar, daha az yakınlar, birbirlerinden farklı küçük gruplar halinde çeşitli evlerde, kahvelerde, hatta bazen çaktırmadan gece kulübünde falan bir araya gelirlerdi. 

Ama böylesi, görülmüş bir şey değildi! Dedeler, amcalar, yeğenler, hepimiz bir arada toplanacaktık bu sefer. Hem de bu kasabada. Bizim aile çevresinde. Hem de o köyde. Köydeki tek kahve bile, derme çatma bir bölmeyle ortasından ayrılmıştı; gençler rahat etsin diye. Hani büyüklerin yanında sigara içemezler, rahatça oturup sohbet edemezler ya, ondan. 

Dayım bir süredir modernleşmekten, çağa uyum sağlamaktan söz ediyordu. Sahiden önemsiyordu bunu. 8-9 yıl önce ben üniversiteyi kazanınca, okumak için İstanbul’a gidiyorum diye en çok o sevinmişti. Gerçi mezun olunca oraya yerleşmemden, hayatımı İstanbul’da kurmamdan pek hoşlanmamıştı, ama bir yandan da böyle yapmamı takdir ediyordu. Hele, buralara tamamen yabancı, bizim aileye kolay kolay alışamayacak bir kızla nişanlanmak istediğimde, herkesten çok o heyecanlanmıştı. İlle de gelmek istemişti, kız istemeye giderken. 

Son yıllarda ancak bayramlarda görüşebiliyorduk. Sürekli aynı konuyu açıyordu, 2000’e beş kaldı diyordu. 2000’e dört kaldı. Geçen ayki bayramda da 2000’e üç kaldı deyip durmuştu. Doğru söylüyordu, 2000 yılı gelmeden ailecek şu çağı yakalama işini halletmeliydik. Tamam da bu gece ne acelesi vardı modernleşmenin? Babam zaten bu yaşına gelmiş, geri kalan ömrünü de alışkın olduğu gibi yaşasın adam işte. Şimdi gidip ona bir gecede çağ mı atlatacağız? 

Zaten bir saattir ortalıkta görünmüyor. Normalde 5 dakikaya giyinip hazırlanan adam, bir türlü yatak odasından çıkamadı. Nasıl çağıracağım şimdi? “Baba, hadi gel, gidip karşılıklı kafayı çekelim.” 

“Hadi baba, annemler çıktı, seni de dayımlara bırakayım.” Evet, iyi akıl ettim bunu. Kendim için değil tabii, onu götürmek için çıkacağız evden. Birlikte gitmeyecekmişiz gibi… A, hemen çıktı. Çakı gibi olmuş! Amma özenmiş ha, takım elbisesi, tıraşı, belli ki hayatının özel gecelerinden birine hazırlanıyor. Adam benden önce çağdaşlaşacak galiba. 

Arabayı ne kadar yavaş kullansam da köye on dakikada ulaştık. Dayımların bahçe kapısından geçip eve doğru yürümeye başladık. Annem doğru diyormuş; sahiden aşçılar, garsonlar falan var etrafta. Bahçenin ortasında, dört beş masayı birleştirip hazırlamışlar. 

Bizi kim karşıladı, kim çekiştirdi, masaya nasıl oturttularsa artık, pederle karşı karşıya kaldık. Masanın her iki tarafında yaklaşık on beşer kişi oturuyoruz. Önümde bir 70’lik rakı, tam karşımdaki babamla aramızda öyle minare gibi yükseliyor. Yanımda eniştem. O da şimdi konuşmaya başlarsa kolay kolay susmaz. Ama masadaki herkeste bir tutukluk var. 

Dayımın girişimleriyle bir hareketlilik başlayınca, eniştem uzanıp 70’lik şişeyi aldı. O kendi kadehini doldururken, ben de biraz ötedeki büyük sürahiyi önüme çektim. Babamla aramızda rakı şişesi yerine bu dursun. Renkli sürahi, benim rakı kadehinin karşıdan görünmesini de önlüyordu. 

Sonunda başımı sağa sola çevirmeyi akıl ettim, etrafa bakınmaya başladım. Masada ne çok şişe varmış, ne çok sürahi, meze… Eyvah, bu ses de ne? Rakı bardağıma… Başımı çevirip bakarsam anlayacağım ama galiba bizim enişte, benim bardağımı dolduruyor. Hafifçe oynatıyorum başımı, karşımda babamı görüyorum. O da başka taraflara baktığına göre, kesin benim bardaktan geliyor bu ses. “Yeter mi yeğenim,” diyor enişte. “Hıı,” diye yanıtlıyorum. “Buz ister misin?” diye soruyor bir de. Yok be adam, yok. Bir sus! Alıp başıma dikesim geliyor şu bardağı. 

Bir saat bile geçmeden, ortamın havası o kadar rahatladı ki, inanamıyordum. Üçüncü mü, dördüncü mü bilmiyordum, ama boşalan bardağımı bu kez kendim dolduruyordum. Tam karşımdaki babamın bakışları yine başka taraflarda. İçtiğim onca yudumdan birini bile görmedi adam. Garson da anladı durumu, o renkli sürahiye hiç dokunmuyordu, su bittikçe başka bir sürahiyle getiriyordu. 

Gençler sigara içerken ellerini masanın altında tutuyorlardı. Çok başarılı biçimde çağ atlıyorduk. 2000’e üç kala… Ama o da ne? Bir anda bahçedeki hava değişiyor. Bir köşede sakin sakin müzik çalan grup, birden hareketleniyor. Çiftetelli sarıyor etrafımızı. Dansöz! Ama bu kadar da olmaz ki! Bir gecede bu kadar çağdaşlaşılır mı yahu! Daha üç yıl var! 

Neyse ki dayım hemen kalkıyor. Başlıyor oynamaya. Oynaşmaya. Pek sever bu işleri. Sonra diğerleri. Hep ihtiyarlar ayakta. İyi, iyi, oyalasınlar orada dansözü, bir de masaya gelmesin. 

Ama geliyor! Oturanlarla cilveleşmeye başlıyor dansöz. Orasına burasına para sıkıştırmaları için her biriyle oyalanıyor. Yanımdakine ulaştı bile. Babam başka tarafa bakıyor. Adam şaşı olacak bu gidişle. Sen de kalksana be baba. Bak, ihtiyarların çoğu ayakta, eğleniyorlar. Of, bir bitse bu gece. Yarın olsa. Düğünde “Şeker Oğlan”, “Erik Dalı” falan, doğru dürüst bir şeyler oynar herkes. 

Dansöz geliyor! O anda, bulabildiğim tek çözüm, çaktırmadan cüzdanımdan para çıkarmak… İyi bir para. Dansöz bana bir kol mesafesi yaklaşınca, parayı uzatıyorum. Nasıl olsa beklediğinden yüksek bir para bu. Benimle oyalanmasına gerek kalmaz, alıp bir sonrakine geçer. Gözleri sevinçle açılıyor. Ama hâlâ geliyor. Alsana be kadın! Elimdeki paraya hiç bakmıyor. Sanki görmüyor gibi. Babam görüyordur ama. 

Dansöz, kolumu dirseğime yakın bir yerden tutup bana iyice sokuluyor. Memelerini yaklaştırıyor yüzüme. Elimdeki parayı oraya tıkıştırmam için kolumu yönlendiriyor. Yüzü bir karış önümde. Gülüyor. Keşke daha ufak bir para çıkarsaydım. 

Geçiştirdim bir şekilde. Ah, babamla bakışmasaydık o anda, bu geceyi ne güzel atlatmış olacaktım. O da ne! Dansöz geri geliyor. Kolumdan çekiştiriyor bu kez. Müzik, sesler, her şey bir anda uğultuya dönüşüyor. Bir şeyler diyor dansöz. Bahçenin ortasına doğru beni götürmeye çalışıyor. Oynayacakmışız. Bırak beni, olmaz! Tekrar para mı versem acaba? Ama nasıl sıkıştıracağım orasına? Karşıda babam, görür. Ne kaldı ki görmediği zaten! Bu sefer sutyenine değil, parayı daha aşağıya mı acaba? Of! 

“Yoruldun mu baba, eve götüreyim mi seni?” Oh, bunu iyi akıl ettim işte. Kendim için değil, onun için erken kalkacağız. Ama sesim çıkmadı galiba. Tekrar deneyeyim: “Yorulduysan, baba, eve götüreyim seni.” “Ne yorulacak ayol,” diyor dansöz, orada oturuyor işte. Yanılıyor. Yorulmuş adamcağız, “tamam” diyor, kalkıyor. 

Annemler bizden önce dönmüştü eve. Çiler kıs kıs gülüyordu.