CÜNEYT CEBENOYAN

Oscar’ın şu anda en büyük favorisi Artist’in zamanın ruhuyla mükemmel bir uyum sağladığını söyleyebiliriz. Eğer sinemanın sanat yanı ağır basan cephesindeyseniz, zamanın ruhu size kıyamet yakındır diyor. Dünyanın sonunu öngörmenin, kapitalizmin sonunu öngörmekten daha kolay olduğu söylenebilirse (ki söyleniyor) bu karamsarlık rahatlıkla anlaşılabilir. Ama kıyamet geliyor demek ne yazık ki kıyametin gelmesini engellemiyor. Gelecekten korkmak ve gelecekte ışık görememek doğal olarak daha parlak, daha masum çağlara gönderiyor kişiyi. Hugo, Paris’te Gece Yarısı ve Artist ışığı geçmişte görenler için üretilen filmler. Daha masum, daha umutlu zamanların hayaliyle geçen birkaç saate kimsenin itirazı olmaz. Ama bu filmlerin bize söyledikleri önemli bir şey de yok. Artist’in de öyle. Ne bugünün sinema diline bir katkısı var ne de bugünün insanına söylediği anlamlı bir söz. Fakat Artist, kesinlikle kötü bir film de değil. Biraz uzatsa da sonuçta keyifle izlenen bir film Artist. Tek sorun, bu kadar abartılması. O da filmi yapanların sorunu değil, filmi abartan biz eleştirmenlerin ve jürilerin sorunu.
 


“Artist” çok bilinen bir hikâyeyi, sanki 1920’lerin sonunda yapılmış bir filmmiş gibi anlatıyor. Yani, siyah-beyaz görüntülerle ve diyalogsuz bir şekilde. Film sessiz değil, baştan sona müzikli. Hikâye ise bilinen “Bir Yıldız Doğuyor” hikâyesi. Yani ünlü bir yıldız sönerken, yeni bir yıldızın doğuşunu anlatıyor film. Sessiz sinema yıldızı George Valentin (Jean Dujardin)sesli filmlerle birlikte düşüşe geçerken, genç oyuncu Peppy Miller’in (Berenice Bejo) yıldızı daha da parlaklaşır. Tabii ki bu ikili arasında bir romans da yaşanmaktadır.
 


JANE-ARTİST BENZERLİĞİ

Kadınla erkeğin, bir dengesizlik konumundan birbirleriyle eşit bir konuma gelmesi ve ilişkinin bu dengede kurulması bana yakın zamanda vizyona giren bir başka filmi Jane Eyre’i hatırlattı. Charlotte Bronté’nin meşhur romanı Jane Eyre’i yüz küsur yıldır çekici kılan da herhalde kadına verdiği bu eşit statü olsa gerek. Artist’in izleği şaşırtıcı derecede Jane Eyre’e benziyor. Önce erkek nerdeyse kral kadar güçlü, kadın ise son derece zayıf bir konumdayken tanışıyor ikili. Kadın yavaş yavaş güçlenirken, adamın düşüşü ani oluyor. Hatta hem Artist’te hem de Jane Eyre’de adamın düşüşüne bir yangın noktayı koyuyor. O zaman genç kadın anaç bir hemşire olarak yeniden ortaya çıkıyor ve adamın elinden tutup onu kendi konumuna yükseltiyor. Eşitlik sağlandığında (hatta kadının eli biraz daha güçlüyken) kadınla erkeğin ilişkisi de kuvveden fiile geçiyor. Kral bile olsa her erkeğin asıl aradığı koruyucu- kollayıcı bir hemşire/anne mi? Âşık oldukları kral bile olsa kadınların asıl istedikleri koruyup kollayacakları bir oğlan çocuğu mu? Bu tarz hikâyeleri 1800’lerde de, 2000’lerde de çekici kılan ortak özellik bu mu? Ve belki de kral tahtından inip, hemşire/annenin kucağına oturmanın hikâyesi en iyi regresif bir biçimle, siyah-beyaz sinemaya öykünerek anlatılabilirdi… Regresif öze (erkek açısından en azından), regresif biçim! Ve tabii bunun geleceği değiştirme umudunun yittiği, iktidarsızlaştıran bir zamana denk düşmesi tesadüf olmasa gerek. Artist’in geçtiği dönem 1929 Büyük Bunalımı’na denk düşüyor, kapitalizmin bir önceki büyük krizine.
 
***

Naz machen

BERLİN KAPLANI

Ata Demirer farklı bir damardan gidiyor sinemada. Bu eski Yeşilçam’a daha yakın duran bir damar. İnsancıl ve pozitif mesajlar vermeye özen gösteriyor. Çok da başarılı tiplemeler yaratıyor. Eyvah Eyvah’lardaki Trakyalı tiplemesi ne kadar iyiyse, Berlin Kaplanı’ndaki Almancı tiplemesi de o kadar iyi. Filmin kahramanı Ayhan Kaplan ikinci kuşak bir Almancı. Başarısız bir boksör. Kaplan, “s” harfini Almanlar gibi “z” olarak okuyor (sebze değil zebze diyor mesela), Türkçe kelimeler aklına gelmediğinden yarı Almanca yarı Türkçe konuşuyor. Başlıktaki “naz machen” de Kaplan’ın filmdeki bir sözü, “naz yapmak” demek istiyor. Kaplan’ın bir de bizde artık pek kalmayan bir saflığı var. Trafikte şoförlerin birbirlerini radardan selektör yaparak korumaya çalışmalarını kafası almıyor mesela. Ya da yakın akrabalarının kendisini kazıklayacaklarını da ummuyor. Hoş, herhalde yakınlarını kazıklayan tipten dünyanın her yerinde vardır.
 


Ayhan Kaplan bir maçta verdiği sözü tutup nakavt olmadığı için tehdit altında kalıyor. Tam bu sırada Türkiye’den akrabaları çıkageliyor. Kaplan’ın da ortak olduğu bir arazi var. Akrabalar bu araziyi satmak, dolayısıyla bu deniz kıyısındaki bozulmamış cennete 5 yıldızlı bir otel kurulmasına müsaade etmek istiyorlar. Bu sayede büyük de para kazanacaklar. Ama Kaplan’a kazanılan para daha küçük gösterilecek…

Neyse her şey tatlıya bağlanıyor. Berlin Kaplanı başarılı Almancı tiplemesinin üstüne ne yazık ki fazla bir şey koyamıyor. Film yeterince komik ya da yeterince romantik (filmde bir aşk da var elbette) değil.

Kaderin garip bir tesadüfü Oscar’ın büyük adaylarından “Senden Bana Kalan”ı (The Descendants) Berlin Kaplanı ile aynı gün gördüm. İki filmde de başına aldığı darbeyle bilincini yitiren ikincil bir karakter vardı. İki filmde de deniz kenarında bir cennet köşesinin satılması söz konusuydu. İki filmde de buraya bir otel yapılacaktı. Ve iki filmde de bu kötü plan gerçekleşmedi. (Bu iki filmi seyrettiğim gün kafamı şiddetli bir şekilde çarptığımı, çarpmanın şiddetiyle yere düştüğümü de eklemeliyim. Emlak meselesine hiç girmeyeyim.)

Doğanın yok edilmesine karşı bir bilinç yükseliyor ama kapitalizm her yerde dünyayı hızla yok etmeye devam ediyor. Oscar adayı bir filmden, Berlin Kaplanı’na herkes aynı derdi anlatıyor. Sorun şu ki, hiç bir şey değişmiyor.
 
***
 


Theodoros Angelopoulos

Angelopoulos, çağın hızını, yıkıcılığını sevmeyen bir adamdı. Filmlerinde yok olan kırsal hayatı, yok olan Yunan halkını anlattı. Ve bunun biçimini de giderek hızlanan kurgu tekniklerine karşı, yavaşlığı öne çıkararak yaptı. Angelopoulos’un aşırı hızlı giden bir motosikletin altında kalıp ölmesi trajik bir olay... ve sanki Angelopoulos’un önlemeye çalıştığı her şeyin de bir zaferi gibi. Theodoros Angelopoulos bir söyleşisinde kendisini dünyayı değiştireceğine inanan kuşağın bir temsilcisi olarak gördüğünü ama rüyanın 2000’lerde artık sona erdiğini, umudunu yitirdiğini söylemişti.Yine bir söyleşide etkilendiği düşünürler olarak Marx, Lenin, Freud ve Hegel’i zikretmişti.

Angelopoulos’un ölümü sanki bir şeyleri de simgeliyor. “Ulysses”in Bakışı” filminde bir karakter “Yunan halkı ölmekte olan bir ırktır” diyordu. Angelopoulos öldü, Yunan halkı da hiç iyi durumda değil. Dünyanın geri kalanı gibi...