Çin ve Hindistan'ın "küresel oyuncular" o

Çin ve Hindistan'ın "küresel oyuncular" olarak kendilerini ispat etmeleri, Almanya'nın 19. yüzyılda, nihayet ABD'nin 20. yüzyıl başına yükselişe geçmeleriyle paralellik gösteriyor. ABD dünya hegemonya mücadelesinde Çin'e karşı bir denge unsuru gördüğü Hindistan ile ilişkilere özel önem veriyor.

İşte Bush ile Hindistan Başbakan'a Singh arasında imzalanan çok kapsamlı nükleer anlaşma, İn-dira Gandhi'nin 1971'de Sovyetler Birliği ile imzaladığı "barış ve dostluk" paktından sonra Yeni Delhi'nin stratejik yöneliminde en önemli kilometre taşını oluşturuyor.

Nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmasına imza bile koymayan Hindistan, bundan böyle ABD nezdinde meşru bir nükleer güç haline geliyor. Bu Hindistan için artık Pakistan'ı tali bir sorun gören, asıl rekabetine Çin ile sürdüren bir vizyona sıçramak demek. ABD ise dünya hegemonya arayışında önemli bir müttefik kazanırken, ayrıca kendi enerji şirketlerine yağlı bir pazar açmış oluyor. Hindistan ABD şirketlerinden sivil amaçlar için nükleer yakıt ve reaktör yedek parçası satın alabilirken, askeri amaçlı nükleer faaliyetlerine de devam edebilecek.

Gelelim İran konusuna: ABD müttefiklerinin elindeki nükleer silahların kötü amaçlar için kullanılmayacağını varsayarken, İran gibi karşıtlarının ise yekten habis niyetleri taşıdığından yola çıkıyor. Neo-conlar bir yandan İran'a nasıl "mini nükleer" başlıklar yollanacağını tartışırken öte yandan İran'ın nükleer ihtiraslarının dünya için ne büyük tehlike arzetti-ğinden bahsedecek cüreti kendilerinde bulabiliyorlar.

Bu arada ABD'nin her manevrası Tahran'ın elini güçlendiriyor, etki alanını genişletiyor. Örneğin, Saddam'ın devrilmesiyle, kabesi İran'da bulunan Şii güçlerin ağırlığı arttı. Afganistan'da ise Şiiler'in en büyük hasmı Taliban bir tehdit unsuru olmaktan çıktı. Böylelikle İran'ın dikkati Pakistan, Hindistan, Çin gibi bölge güçlerine yöneldi.

Bunların ortak özellikleri ise, nükleer güce sahip bulunmaları. Ayrıca Irak savaşında sürekli kon-vansiyel olmayan silahlara maruz kaldığı için de, İranlılar'ın bilincinde nükleer erişmek kaçınılmaz bir hedef. Bu noktada, geçmişte Irak'a bu silahları ABD ve batılı güçlerin sağladığını unutmamak gerekiyor.

Öncelikle her ulus gibi İran'ın da sivil amaçlı nükleer enerji kullanımı hakkı bulunduğunu önce bir saptayalım. Ayrıca uzmanların, İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini n öldürücü bir silaha dönüşme kapasitesinin sınırlı olduğu yolundaki görüşlerini hatırlatalım. Ayrıca, nükleer güç jeopolitik rekabette önemli bir etmen dengeler açısından "İran'ın da bu hakka sahip olması gerekmez mi?" sorusunu soralım ve "elbette evet!" diye cevap verelim. Belki asıl sorun tam da burada başlıyor. Jeo startejiyi, uluslararası rel standartları bir yana bırakırsak, etik-politik açıdan nükleer gücün hem bir enerji kaynağı, hem de bir silah olarak gelişirilmesine karşı çıkmak gerekiyor. Mazaretlerini anlasak bile, bu anlayaşı İran'a da uygulamaktan kaçınamayız.

Türkiye'dede nükleer santrallar konusu tartışılırken, elbette ülkemizde nükleer enerjiye gerek bırakmayacak bir potansiyel bulunduğu vurgulayalım. Hidroelektrik kapasitenin yeterince kullanılmadığının altını çizelim, Rüzgâr, güneş, jeotermal, biyogaz ve biyo-kitle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önemi üzerinde duralım. "Türkiye karanlıkta kalacak" iddiasının doğru olmadığını kanıtlayalım. Ama teknik koşullara bakmaksızın, ülkenin karanlıkta kalacağını bilsek bile nükleer enerji kullanımına gene de "hayır!" demenin insanlığın geleceği açısından gerektiğini vurgulamayı ihmal etmeyelim.